Bu Blogda Ara

28 Aralık 2013 Cumartesi

Kibir

İnsanoğlunun en belirgin özelliği nedir diye sorulsa düşünmeden "kibir" derim. Yeterli zamanı olursa herşeyi yapabileceğine inanır. Çiçeklerin, böceklerin, hayvanların, diş macununun, nehirlerin ve dünyanın, hatta tüm evrenin kendisi için yaratıldığına inanır. Çözemeyeceği sorun, gidemeyeceği yer yoktur. 

Belki en büyük zaafı da kibirdir. Katıldığım bir satış eğitiminde insanlara sık sık isimleriyle hitap etmek gerektiğini, çünkü herkesin en dalgın halindeyken bile kendi isimlerini duyduklarında dikkat kesildiklerini söylemişlerdi. Pozitif motivasyonun en kolay yollarından biri, kişinin olumlu özelliklerini vurguladıktan sonra yapmasını istediğiniz şeyi söylemektir. 

Kibirin kendine güvenden ayrıldığı nokta ilkinde kişinin kendisine, ikincisinde ise başarmayı istediğine odaklanması. Kibirin gözleri kör etmesi bundan. İstediğini duyup istemediğini duymaması, her konuda doğruyu kendisinin bildiğine inanması da. Her kavramın işine gelen yönünü ön plana alması da. Her konuda uzmanların hatalarını farkettiğini sanması da. Herkesin "aslında" neyin peşinde olduğunu anladığını düşünmesi de. Tüm dünyanın kendisine karşı oduğunu sanması da. Aldatılamaz olduğuna ve kimseye ihtiyacı olmadığına emin olması da. Gücünün hiç bitmeyeceğine, ölümünden yüzyıllar sonra da çok iyi anılacağına kani olması da. 

Kibirli ve muktedirseniz kesinlikle tarihe geçiyorsunuz ama girdabın dibini görmeden de ıstırahate çekilemiyorsunuz. 

Hepinize süper günler,
Cihan





22 Aralık 2013 Pazar

İçgüdüsel bir yazı

Satranç oyununun önemli, doğru ve güzel bir kuralı var: bir saldırı için yeterli hazırlığın yoksa saldırma! Şahın korumasız, merkezin zayıfsa alelacele bir atak, seni kötü durumlara sokar. Saldırı yaparken çok iyi planlama yapmalı, verileri olabildiğince net ve güçlü değerlendirmelisin. Ama bu oyun bir savaş oyunu. Yani asıl mesele karşı tarafı bitirmek. 

Küçük çocuk sahibi insan herşeye çocuk eğitimi veya karı koca ilişkileri tarafından bakarak yaklaşıyor. Bir konuya girerken karımı/kocamı veya çocuğumu nasıl alt ederim düşüncesiyle değil de eşimin veya çocuğumun doğru işler yapması için ona nasıl bir katkım olur diye bakanlar, sağlıklı, keyifli ilişkiler ve çocuklar vücuda getiriyor. 

Dört erkin (yasama-yürütme-yargı-basın) yargı olanı özellikle bu konuda biraz ebeveyn gibi olmalı. Bireyi nasıl cezalandırırım, nasıl bitiririmin değil, nasıl kazanırım ve topluma nasıl kazandırırım düşüncesiyle hareket etmeli. 

Bir eşin diğerinin hatalarını yazıp yazıp, kızgın bir anında hepsini kusması nasıl sadece gerginliği arttırıyorsa, hukuk süreçlerinde de uzun delil toplama süreçleri galiba uzun iddianameler ve dolayısıyla daha kalabalık ve bütünlüğü zedelenmiş davalar ortaya çıkarıyor. 

Aziz Yıldırım'ı aylarca izliyorsun, bir sürü hatasını buluyorsun ama onu bitireceğine emin olduğun ana kadar bekliyorsun. Neden? Ergenekon, Balyoz ve belki Deniz Feneri çok karmaşık davalar. Hükümete yakın çevreleri çalıp çırparken görüyorsun ama, hadi iyi niyetli düşünelim, bütün bağlantıları ortaya çıksın diye bekliyorsun. Ya da yürütme organısın, bir sivil veya askeri grup devlet içinde yapılanıyor. Bir süre bekliyorsun, "iyice yayılsın, her tarafta palazlansın, devlet içinde devlet kadar güçlensin de öyle bunlara yükleneyim" diyorsun. Bir doktorun "adam daha nezle, zatüree olana kadar hiç bir ilaç vermeyelim" demesi gibi bir şey bu!

Nerede hata görürsen üzerine gitsen, ters yollara sapanlar da "bu iş başımıza dert açar, bizi görüyorlar" deyip yapacakları hatalardan erken dönseler bu bir kayıp mıdır? İlk para transferinde veya yargıdaki ilk kadrolaşmada bu işin önünü alsan büyük rezaletleri ortaya çıkarmadığın için basit biri mi olursun? Büyük bir yapılanmayı deşifre edebilmek için done toplarken, o yapılanmanın, gözünün önünde yeni sorunlar çıkarmasında senin de göz yummanın etkisi yok mu?

Ulaşılabilecek en büyük karmaşıklık basitliktir demiş bir tasarımcı. Basit konuları basitken çözmek bu coğrafyada neden bu kadar aşağılanır?

Büyük olmak için küçük meseleleri küçükken çözmek yeter belki de?

Hepinize süper günler,
Cihan

Not: Çok değer verdiğim Nazım Alpman'ın uyarısı üzerine uzun zamandır değiştirmek istediğim blog ismini değiştirmiş bulunuyorum. Umarım beğenirsiniz. 


20 Aralık 2013 Cuma

Sağ-sağ çatışması

Sağ sol çatışmalarının olduğu günlerden sağ-sağ çatışmaların olduğu günlere gelmemiz 30 yıllık değişimimizin istikametini gösteriyor. Eskiden "ezilen sınıflar" siyaset stratejilerini etkilerken şimdi ezenlerin rekabeti siyasete yön veriyor. İşçi köylü memur nutukları yerine yargıç, paşa, hoca ve bilumum müdürlerin ve liderlerin itiş kakışına şahit oluyoruz.  

Büyük resimde son 40 yıla bakınca hala "Türkiye normalleşiyor" diyebiliyorum. Bu hengamenin, baskıların nesi mi normal? 

Ortalama insan ömrü başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Eskiden kırkında biri ölünce "turp gibiydi gitti" denirdi. Şimdi şekeri yüksek, lenfoması var, akciğer kanseri veya panik atak geçiriyor diyoruz. Hem tanı imkanları gelişti hem de geniş halk kitleleri sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyor. Ve genellikle kırkında gitmiyor. 

Eskiden olan biteni geniş halk kitleleri anlayana kadar üzerinden 10 veya 20 yıl geçmesi gerekirdi. Görüntüdeki iktidarlar, gerçek iktidarların kimlerin etkisiyle yapıldığı tam da anlaşılamayan perde arkasındaki yaptırımlarını "kol kırılır yen içinde kalır" ve "yüksek çıkarlarımızın korunması için böyle olması daha uygun" derler ve "Türk'e Türk'ten başka yoktur dost nimet" zırvalarıyla hayat devam ederdi. Bu sayede de "müdahaleye uygun şartlar" oluşurdu. Artık bunları kimse yemiyor. 

"Dış mihraklar", "içerideki uzantıları", "üzerimize oynanan oyunlar" kandırmacaları insanların gerçeğin peşinde koşturmasını, daha fazla özgürlük, daha fazla saydamlık ve daha fazla adalet isteğini tüm basını sürüp sustursanız da bastıramıyor. 

Askeri cuntaları bertaraf etmek için kullanılan yöntemler (adına hizmet, cemaat veya ümmet ne derseniz deyin) sivil oluşumları susturmak için kullanılınca kimse tarafından hoşgörülmüyor. 

Ak Partinin de önemli taşlarının döşenmesinde pay sahibi olduğu "milli irade" yolu bir kişinin "benden habersiz yapılan her şey yanlıştır" megola ideasına boyun eğmeyecek kadar güçlenmiştir. 70 lerin solcu gençleri nasıl bir ejderhayla boğuştuğunu bildiğini düşünüyordu, 2010'un Türkiye'sinde ise gençler ve örgütlü siviller dünyaya kafa tutmak yerine sadece hakettikleri saygının kendi elleriyle seçtikleri iktidar tarafından kendilerine tevdi edilmesini bekliyorlar. Çok akıllıca bir yakın çevre bencilliği içindeler.

Çok haklı olmalarının yanında çok da mütevazi olduklarından istediklerini alacaklar. 

Bu denli kuvvetli destek görmüş bir iktidar, bu denli büyük organizasyon yeteneğine, karizmatik liderine ve yığınla desteğine rağmen, kendi kendini yiyene kadar destekçilerine herhangi bir antidemokratik müdahale gelmeyeceği için fizik kuralları gereği ömrünü tamamlayacak, geldiği gibi şaşkınlık yaratarak gidecektir. 

Hepinize süper günler,
Cihan

30 Kasım 2013 Cumartesi

Ortalama

İstatistik okul yıllarında en zorlu derslerden biriydi benim için. Standart sapmayı hala anlamam.  Ama ihtimallerde şöyle bir hoşluk var: yeterli tekrar olursa oran gittikçe netleşiyor. 100 kere yazı tura atarsanız 60 kere tura gelme ihtimali çok düşük. 1000 kere atarsanız 600 hayal gibi birşey. Bir taraftan da o kadar rahatlatcı ki: bir şeyin olabilme ihtimaline %99 derseniz o şey olmadığında "ben demiştim olmama ihtimali var diye" diyebilirsiniz. 

Ama ortalama çok kolay. Bir düşünür "ne kadar zengin olursanız olun, bulunduğunuz ülkedeki ortalama varlıklı insandan çok daha müreffeh yaşayamazsınız" demiş. Mahalle baskısı, toplumsal koşullanmalar işte tam bunları anlatıyor. Okuyun, kazanın, çalışın, didinin bir noktadan sonra ortalamanın çok uzağına gidemiyorsunuz. En açık fikirli, en özgür düşünceli insanlar olmadık yerlerde hayret verici şekilde tutucu oluyorlar. En kolay çözülecek meselelerin önüne en sıradan bahanelerle set çekiyorlar. Çoğu zaman da "doğru"yu gördüklerini iddia ederek. 

Böyle anlarda o tepkilerin aslında bireylerden değil toplumlardan, alışkanlıklardan geldiğini hatırlamak çok önemli. Tabi toplumsal kalmak sizin için önemliyse. 

Toplumsal kaldığınız sürece büyük problemler yaşamıyorsunuz ama büyük işler de yapamıyorsunuz. Büyük toplumsal değişiklikleri topluma ters insanlar gerçekleştiriyor, büyük sanat eserlerini uçuk kaçık insanlar yaratıyor, büyük dehaları çocuklarını toplumu "takmadan" büyütenler yetiştiriyor. Toplum size nispeten güvenli bir ortam sağlıyor ama potansiyelinizi gerçekleştirmenizin önündeki de en güçlü engel. 

Ortalama bir ortamda "çok kötü olmayan" işler yapabiliyorsunuz ama sıradışı işler için çamurlarda zıplayıp, karda yuvarlanıp,  annenizin yedirdiği yemeği havaya püskürtmeniz gerekiyor. 

Hepinize süper günler,
Cihan

7 Kasım 2013 Perşembe

Cinsiyet Üzerine

Biryerlerde uzaydan gelenler dünyalıları incelerken kadın ve erkeği ayrı türler olarak sınıflandırsalar tuhaf olmaz diye okumuştum. Gerçekten kadın ve erkek eşit hakları sahip olmaları şartken birbirlerinden çok farklı. Çünkü farklı olmaları sayesinde daha iyi bir takım oluyorlar. Çünkü evrimsel olarak birbirlerinin açıklarını iyi tanımaları ve birbirlerinde olmayan genetik artıları bulundurmaları türlerinin devamı açısından büyük avantaj. 

Kadınların feromonlar vasıtasıyla kendilerinde olmayan dirençlere sahip erkeklerin ter kokularını daha çekici bulduğu yolunda bir araştırma dahi var. Eşeyli üreme muhtemelen baskın genlerin yavrulara iletilmesi ve belki de daha önemlisi ölüme karşı en kuvvetli silahları olan çocuklarını tek başlarına değil birlikte (yedekli) büyütmeleri imkanı nedeniyle türlerin hayatta kalma şansını arttırmıştır. 

Seksin temel amacı üreme. Ama türümüz konuyu masturbasyon, aşk, romantizm gibi çeşitli renkler katarak evrimsel bir araç olarak bırakmayıp, sosyalleşme, sanat, sevgi ve yaşam tarzı seviyelerine çıkarmış. Bu da tutmuş. Hala reklamcılar "seks satar" sloganını bağıra bağıra dillendirmese de çekinmeden kullanır. 

Başbakanlar bile her 15 dakikada bir (bazıları daha sık) seksle ilgili birşeyler düşünür. Ve bunda utanılacak sıkılınacak bir durum da yok. 

Ve şurası kesin ki üzerinde bu kadar düşünülen, düşünülmediği zamanlarda bile hal ve tavrımıza önemli etkileri olan seks konusunda haliyle çok fazla zırva ve asparagas vardır. Futbol sahalarında çimenlerin en çok kale sahasında zarar görmesi gibi, biz de en çok seks konusunda saçmalar, espri yapar, kaygılanır, konuşuruz. Seks sevgimizi yaşamanın en coşkulu halidir. 

Sevgi eksik olursa, seksle ilgili konuşmak düşünmek ayıplanırsa, cinsel tercihler ve doyumlar yasaklar ve baskılarla cenderede tutulursa aşkınızı yaşamanız zorlaşır. İşte tam da bunun (huysuzluk, şiddet, empati eksikliği, aşırı katılık yanında) sık rastlanan bir sonucu başkalarının sevgisinden rahatsız olmaktır. Bunun da muhafazakarlıkla doğrudan ilişkisi yoktur. Doğrudan sizin sevgi görmemenizle ilişkisi vardır. 

Hepinize süper günler,
Cihan

5 Kasım 2013 Salı

Corpus Callosum

Türbanı olduğu için meclise giremeyen veya hakim olamayan bir kadının haklarını savunmak insanlık gereği. O kadın sadece kafasındaki bez parçası yüzünden istediğini yapamıyor. Duygusal yanımızın bunu kabul etmesi mümkün değil. 

Küçük çocukların kadın yerine konulup başörtüsüne zorlanması en basitinden (çocuk da istemiyorsa) mantıksız. Zararı faydasından fazla. 

Marmaray bozuldu diye sevinmek saçma. Gemi batsın da kaptandan kurtulalım demekten farksız!

29 Ekim'de açalım da nasıl açarsak açalım demek duygusal. "Cumhuriyete asıl hizmeti laikler değil biz veririz" kavgası, intikamcı zihniyetin kurtulamadığı takıntılarını su yüzüne çıkarıyor. İnatlaşmanın hep iki tarafı var. 

Daha özgür, refah düzeyi daha yüksek, daha bütün bir toplum isteyen herkes kendi tarafındaki saçmalıkları eleştirmeli acımadan. 

Mehmet Altan bizim mecliste başörtüsü özgürleştiği gün 30 milyar ışık yılı uzakta bir galaksinin keşfedildiğini hatırlatmış (evren 13.8 milyar yaşında!!). 

Bulunduğumuz coğrafyada çok kötü durumda sayılmayız. Ama acaba bulunabileceğimiz noktanın ne kadar gerisindeyiz?

Çocuklarımı daha iyi anlayabilemek için okuduğum bir kitapta (The Whole Brain- Siegel, Bryson) bu sorunun cevabı vardı: Beynimizi duygularımızı temsil eden sağ beyin ve mantığımızı temsil eden sol beyin olarak düşünürsek Corpus Callosum'un beynimizin bu biribiriyle sürekli mücadele eden taraflarının arasında köprü kurduğunu söylüyorlar. Bu köprü kurulmasa da bir şekilde hayatta kalabilirsiniz. Ama o köprüyü hem beyninizde hem de toplumunuzda kurabilirseniz o zaman gerçekten sağlıklı olur ve hedeflediğiniz noktalara çok daha çabuk ve rahat ulaşırsınız. 

Hepinize süper günler,
Cihan


25 Eylül 2013 Çarşamba

Hapis

İsveçli genç proje müdürü kadın, gurur sebebimiz dev projelerimizden (!) birini gezdikten sonra bloklar etrafındaki yüksek beton duvarlara bakarak "insanlar hep böyle kendilerini izole mi ediyorlar?" dedi. Hepi topu bir adam boyu duvarın ve iki boyutlu görüntüleri 15 gün kaydedebilen kameraların bize güvenlik sağlayacağına eminiz. Ve kadının geldiği ülkenin genç kadın ve erkekleri, suç oranının en düşük ortalamalarda seyrettiği memleketlerini bırakıp Doğu Asya ve Afrika'nın kadersiz bebekleri için aşı, gıda götürmeye didiniyor, çocuk annelerin ayakta kalması için onlara ahbapça tavsiyeler veriyor. 

Evlilik öncesi rehberlik veren devlet görevlisi, normalde genç çiftlere evliliğin ilk iki yılında çocuk yapmamalarının öğütlendiğini, ama ülkemiz gibi sıcak ilişkilerin olduğu yerlerde bu sürenin bir yıl olarak söylendiğini anlatmıştı. Apartman yalnızları demek ki ikili ilişkilerde daha samimi. Kendimize küçük hapishaneler yaratıp oralarda birbirimizin içyüzünü deşip, zaaflarımız öğrenip, hegemonyalarımızı kurmaya başlıyoruz belki de. Garipsenmesi çok normal. 

Kafalarımızın içlerine de en az beş on adam boyu duvarlar örüyoruz. Onları da farketmiyoruz. Hatta bazen duvarlarımızı hürriyetimiz sanıyoruz. "Değişik yerler görme fikri beni yoruyor", "katiyen beceremem resim yapmayı", "bu işyerinde tutunamazsan mahvolurum" benzeri duvarlarımıza "kendimizi tanımak" diyoruz. Ama başkalarına önyargılı olmamak gerektiği kadar kendimize de önyargılı olmamalıyız (başka bir tarafta da fikri vicdanı hür insanlar yüksek güvenlikli hapishanelerde tutuluyor).

Belki de beyin kıvrımlarımız, temelinden sarsıp kendi duvarlarını kırabilse, site duvarlarına ihtiyaç duymayacağız bu kadar. 

Hepinize süper günler,
Cihan

18 Eylül 2013 Çarşamba

Evet - Hayır

Yarışma programıydı Evet-Hayır. Erkan Yolaç sunardı. Önemini hissediyorduk ama bilmiyorduk. Evet, uyum, çözüm, uzlaşma, onay. Hayır karakter, duruş, samimiyet ve bir muhalefet. Ama en önemlisi katkı. "Hayır" katkı verir. Alışılagelmiş, görülmesi zor hatayı su yüzüne çıkarır. 

Bir sürü hayır var "hayır"da. 

- Suriye'ye şiddetli müdahale olmalı! HAYIR. Uluslararası camia bunu istemiyor, barışçıl çözüm istiyor. 
- Orman isteyen ormana gitsin, biz yol istiyoruz! HAYIR. Nerede yaşayacağıma siz karar veremezsiniz. 
- Çocuğunuza zekası yetersiz damgası vurmayın! HAYIR. Hazır olunca zaten okuluna gidecek. 
- Biz biliriz! HAYIR! Herkes yanılabilir. 
- Eskiden özürlüler ölsün diye beklenirdi, şimdi uzun yaşasın da biz de 450 TL yardım alalım deniyor! HAYIR HAYIR HAYIR!!! Yokluk zordur ama insanı açgözlü yapan yokluktan çok varlık oluyor çoğu zaman. İnsanlığını, "can" kavramını unutuyor.

Putin egosu yüksek, sert mizaçlı Rus lider okur görüşü yazarken Amerikan gazetesine "sebebi ne olursa olsun, bir ülkenin halkına kendilerinin ayrıcalıklı olduğunu düşünmesini cesaretlendirmek son derece tehlikelidir... Hepimiz eşitiz..." demiş. Öğreneceğimiz çok şey var daha.

Hepinize süper günler,
Cihan

10 Eylül 2013 Salı

Konuşanlar

Okul çağının "renkli ve havalı" koltuğu sınıf başkanlığı. Angaryalarını hatırlamıyorum ama konuşanları tahtaya yazma işini hem sınıfı "yola koymak" için hem de biraz gammaz yapıp öğretmenin gözüne girmek için yapardım. Olimpiyatın konuşanları:

- Aman kazanamayalım da başbakana kapak olsuncular
- Başbakan olmasa aday bile olamazdık sananlar
- Şehrine bakmadan Madrid'in ekonomisine, Tokyo'nun radyasyonuna bel bağlayanlar
- Dereyi görmeden finale çıkınca kazandık sanıp Tweeter'da bir dahaki belediye başkanlığı koltuğununa yağlı yol döşeyen
- Buraya kadar gelebilmek bizim başarımız, kazanamamak Gezi'cilerin ihaneti diyenler
- Dünyanın en prestijli spor organizasyonunu tesis yapmaktan ibaret sananlarla sadece sportif başarısı olan ülkelerin hakkı sananlar
-  Kazananın veya kaybedenin sadece "karşı taraftakiler" olacağını düşünenler. 

Belki liste keyifli bir şekilde uzatılabilir ama  çok özel bir "konuşan" var. Evet kınacı! Böyle bir kayıptan sonra "Kına yaksınlar" denince kimsenin aklına düğün öncesi gelmiyor. Penisilin teriminin sansür sebebi olduğu ülkede arka tarafına kına yakmaktan sözeden kişi de eğitimsiz bir vatandaş değil. En büyük organizasyona talipken biz, en önemli görevde! Aklıysa bağzılarının arka tarafına ne yakacağında! Birbirimizin arka taraflarını dert etmektense sorumluluğumuz altındaki konularda ön plana geçmeyi hedeflemiyorsak, hedeflediğimiz yerlerde kalıyoruz!

Hepinize süper günler,
Cihan

5 Eylül 2013 Perşembe

Sonbahar Neşesi

Makus talihli mevsim sonbahar, keyifli ve romantik havasına rağmen özellikle yazdan sonra ve kıştan önce geldiği için pek keyifsiz karşılanır. 

Bugünlerin gündemi de bir ilkbaharı kışa çevirecek gelişmelerle dolu. 

Sağlam sanılan iktidar, hem tutuculuk karşıtlarının hem hizmetin kuvvetli direnişiyle mücadele ederken, bizi ilgilendiren ama bu kadar da içinde olmamamız gereken bir savaşa iştahlanıyor. Nükleer sızıntılar, küresel krizler, inşaat sektörümüzün gelecek kaygıları cabası. 

Bunlar kadar ilgi çekmeyen ama zaman içinde hepimizin hayatını şiddetle etkileyecek olan çok önemli bir gelişme de basındaki yaprak dökümü. Doğanın aksine bizim basınımızda çürük ve köhnemiş yapraklar dalda kalıyor. 

Çok karamsar gözüken bu olayların neredeyse hiçbiri umutsuz olmayı gerektirmiyor. Savaş çığlıkları 1 Mart tezkeresi benzeri bir sonuç çıkarabilir, çevreye olan tehditler aydınlık ve kendisi için neyin doğru olduğunu gerçekten bilen bir "bencil nesil" tarafından düzeltilebilir. Ekonomik krizlerin sistemin kaçınılmaz yan etkileri olduğu düşünülebilirse de özellikle basındaki gelişmeler AK ve kara gazetelerin ayrışmasına vesile olabilir ki bunun faydasını torunlarımızın torunları bile görür. 

Ama bu satırların yazarının sonbahar neşesi daha ziyade yeni mevsime yeni bir şans olarak bakmasından geliyor. Muhtemelen hala Gezi'nin verdiği heyecanla...

Hepinize süper günler,
Cihan

29 Ağustos 2013 Perşembe

Mehtap

"Suudi Arabistan'da dolunayın ilk çıktığı anı görünce 'Arapların takvimlerini neden "ay dede"ye bakarak yaptıklarını şimdi anlıyorum' demişti babam. Bu coğrafyada düzlüklerin çokluğu, havanın bulutsuzluğu ve daha bilemediğim bazı nedenlerden ay ışığının hayatımdaki yeri çok güçlü. 

Beş arkadaş oturmuş gökyüzünü izleyip geziniyoruz. Arkadaşımdan otlak sigaranın ikinci nefesini çekerken keşke karım da bu güzel gökyüzünü görüyor olsa dedim. Şu anda büyük ihtimalle kızımı uyutuyordur. Özledim. 

Dünyanın insanları gidecek başka yerleri olmadığı için, 80'lerde eşiğine geldiği nükleer savaş tehdidini bertaraf ettiğine göre belki de binlerce yıllık medeni gelişimiyle her sorunu halledebilecek olgunluğa gelmiştir diye düşünüyor insan. Yanımdaki Muhammed 25 yaşında olduğu için ve meraksızlığından bu tehditten bihaber. Babasının kendisini ne kadar kızdırdığını ama onunla da gurur duyduğunu anlatıyor. 

Sessizliğin içinde kayan yıldızın adeta ıslığını duyuyorum. Fiyuuuuuuuu"

Böyle anlarda düşer savaşın soğuk çelik yüzü bombalar. Suriye'de olsun, Mısır'da olsun, Vietnam'da ya da Anafartalar'da. Birileri zafer kazanırken bazı çocuklar yetim kalır bazı anneler yüreği kopuk. Ve dünya bir kez daha öğrenir ki savaşın yanında kötü şeylerin hepsi biraz masumdur. 

Hepinize süper günler,
Cihan

15 Ağustos 2013 Perşembe

Silik Mavi Nokta

Voyager 1'in 6 milyar kilometre uzaklıktan çektiği fotoğrafta minicik bir nokta gibi görünen şu koca dünyamızda Mısırlı 248 insan bu gezegen hakkında yazılmış belki binlerce kitabı okumak şöyle dursun, bir daha göremeyecekler bile!

Asimov'un bir kitabı ve Haçlı seferleri ile ilgili başka bir kitapta insan vahşetinin şiddetinin, zamanla ve medeniyetler geliştikçe azaldığını okumuştum. Şiddeti belki yok etmek daha çok vaktimizi alacak ama bu yönde çabamız hiç bitmeyecek. Kayda değer mücadele de bu yönde yapılan mücadele. 

Yüksekova'da işini belki iyi yapan, belki de hatalı yapan ama ömrünü insan hayatını uzatmak üzerine kurmuş bir hekim de yine yaşam mücadelesi veriyor, çünkü kaybettiği hastasının yakınları tarafından acımasızca dövüldü. 

Gezi Parkı eylemlerinde hayatını, gözünü kaybeden onlarca insan da o doktor gibi milyarlarca hücreden oluşuyordu ve gözünü veya canını kaybedenler, onları bir daha geri alamıyor. 

Bu yüzden "Söz konusu olan insan hayatıysa geri kalan teferruattır!"

Hepinize güzel günler,
Cihan

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Duyu

Kaliteli bir filmde, doğuştan görme özürlü bir çocuğun renkleri merak etmesini, bunun üzerine arkadaşlarının bir nesneyi ısıtıp bu kırmızıdır deyişini ve pamuğa dokundurup bu beyazdır deyişini hatırlıyorum. Çimenlere dokundurup bu yeşil, ağaç gövdesine sarılmasını telkin edip bu kahverengi denebilir. Belki bir fikir sahibi olabilir. 

Dördüncü güç basının böyle bir görevi var. Görmeyen, duymayan, hissetmeyenlere olayları anlatmaya çalışmak. Çok zordur. Her ne kadar yorum katmak istemeseniz de yaşadıklarınız çizdiğiniz resme dolar sinsice. Yine de vaz geçemezsiniz anlatmaya, yazmaya çalışmaktan. 

Bir kere karşıt fikirleri rahatsız edecek yargıları haberinize katmamalısınız. Sizce doğru olanların "haberi nakletme" kutsal görevine halel getirmemesi lazım. Empatiniz hiçbir farklı düşünceyi uzaklaştırmama gayretinde olmalı ki; okuyan, sizden ve daha önemlisi haberden uzaklaşmasın.

Yazanın sorumluluğundan başka editörün ve patronun da aynı hassasiyeti yaşaması, daha da ötesinde kendisine yanlış gelse de profesyonelin eserine mümkün olduğunca az müdahale etmesi gerekir. Hatta bazen, sorumluluk alarak hiç katılmadığı düşüncelerin neşrine engel olacak son derece şiddetli baskıları göğüslemesi şart. 

Kağıt üzerinde her şey güzel ama uygulama zor. Yine bir filmde (Kadın Kokusu) arkadaşlarını ispiyonlamayan delikanlıyı savunan görme özürlü Emekli Albay (Al Pacino) "ben de hayatım boyunca hep seçim yapmak zorunda olduğum kararlarla karşı karşıya kaldım" diyor. Bunların istisnasız hepsinde doğrunun ne olduğunu bildiğini ancak hiçbirinde yapamadığını söylüyor. Çünkü zordur! O yüzden özellikle gençlerin içinde doğru olduğuna inandığı şeyleri yapanların cezalandırılmaması gerektiğini anlatıyor. 

Can Dündar'ı seversiniz sevmezsiniz. Milliyet'i AKP'yi desteklersiniz veya karşısında durursunuz. Ama yazdıkları ve söyledikleri hoşunuza gitmeyenleri bertaraf etmeye kalkarsanız, bilin ki görme özürlü olmanın ötesinde, size renkleri anlatmaya çabalayanlara sırt çeviriyorsunuzdur. Renksiz hayatlara mahkum olursunuz. 

Hepinize renkli günler,
Cihan


28 Temmuz 2013 Pazar

Tatil Yazısı

Günlük yaşamın koşuşturmasından uzakta bir zorlamalı eğlence hali büyük şehir insanının tatil aktivitesi. Onu da göreyim şunu da yapayım derken normalde bulunduğunuz ortamdan çok farklı bir yerde aynı hengamenizi devam ettiriyorsunuz. Yine de başka...

Herşey dahil tatilde harika şeylere tanık oluyorsunuz. Tanımadığınız insanlara sürekli gülümseme, Fransız erkeklerinin zevkli olanlarının şık mayoları, güzel vücutlu genç yaşlı Ruslar ve Avrupalılar, çarpışmalarda normal olması gereken hoşgörü, çocukların hesapsız ve samimi dostlukları.  

Belki binlerce herşey dahil konseptinde otel var ülkemizde. Uzakdoğulu, Asyalı, Avrupalı, Karslı, Kadıköylü milyonlarca misafir ağırlıyorlar. Çoğunda müşteri memnuniyeti büyük oranda sağlanıyor. Ve herkes tatil amaçlı geldiği için değil, herkesin ortak noktalarına odaklanıldığı için. Vejeteryan istediği gibi birşeyler yiyor, herkese aynı hijyen standardı sağlanıyor, geceden sabaha içebilirsiniz, sabahtan akşama yüzebilirsiniz. Çoğu bina çirkin olmasına rağmen, deniz temiz, ağaçlık ve yeşil alanlar bakımlı. İnsanlar birbirine mümkün olduğunca müdahale etmiyor.

Turizmde hedef kitle belli, insan; siyasetin hedef kitlesi kimler?

Hepinize süper günler,
Cihan

18 Temmuz 2013 Perşembe

Büyükler rakamlara bayılırlar!

Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens isimli klasiğinde kahramanın geldiği asteroidin adının B612 olarak verilmesini açıklarken böyle söylüyor yazar "Büyükler rakamlara bayılırlar".  

Kaç çapulcu var? 3-5 bin. Bini at 3-5. Kaç ağaç gitti? Köprü ne kadara mal olacak? Benzin ne kadar oldu? Ramazan bayramına kaç gün var?

Rakamsız bir hayat düşünülemez. Tabi ki gelirinizi giderinizi hesabedin. Tabi ki büyüme, enflasyon, cari açık önemli. Ama 6 kişi bir toplumsal olayda hayatını kaybedince onlar artık sadece o 6 sayısını oluşturan 1 ler olmaktan çıkıyor. Hepsi birey oluyor, hepsi birer hayat, hepsinin çevresinde yüzlerce tanıdık, onlarca seven ve sayısız hatıra oluyor. 

Üçüncü köprüyü ben yaptım demek için Hoca'nın ifadesiyle bir sürü köprü yıkarsanız, 3 de yetmez 5 tane çocuk yapın deyip, onların geleceğini hazırlamazsanız, toplumu iki kampa doğru gerim gerim gererken parke taşlarının kaç paraya malolduğunun peşine düşerseniz, bilin ki gereğinden fazla büyümüşsünüz, bilin ki rakamlara bayılıyorsunuz, insanlara değil. 

Ticaret, üretim, spor yaparken bile herşeyi rakamlara dökmüyoruz. Çok mu zor azınlığı çoğunluğu hesaba katmadan, kimlerden kimlere yapıldığına bakmadan tahakküme ve dayatmaya karşı çıkmak? Dayatmasız bir hayat olsun demek o kadar mı marjinal bir istek? Korkmayın, nasıl ki bir işletmede kaliteli üretim yapınca satış da karlılık da gelir, insanı ön plana alan bir siyaset güderseniz, rakamlar da kitleler de arkanızdan gelir. Üstelik siz onların kaç kişi olduklarıyla değil, ne kadar mutlu olduklarıyla övünürsünüz!

Hepinize süper günler,
Cihan

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Koalisyonun Zarafeti

İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Mısır'da koalisyonun iyi bir çözüm olabileceğini söylüyor. Bizim ülkemizde koalisyon, "iş"lerin durması anlamına geliyor!

Biri %30 oy almış biri de %20 oy almış iki partinin koalisyonu herkeste tedirginlik yaratırken, %49 almış tek partinin bizi dünya yıldızı yapacağı sanılıyor. Halk temsili açısından bir fark yok, meşruluk desen aynı, sandığa saygı dersen iki alternatif de aynı saygıyı hakediyor. 

Mesela genel af kibirli bir kavram, en azından eşitsiz. Barışçıysa bile gurur kırıcı, yargılayıcı. Koalisyon uzlaşma lafının vücut bulmuş hali. "İdeolojik" diye terslediğinize el uzatmaktan öte, onunla kader birliğine girmek! Ezber bozmak, yara sarmak. 

Onun için ekonomi bağımlılarının, yönetme ve yönetilme takıntılıların, çoğunluğun gücü hayranlarının dayatmalarına inat, koalisyonları sevelim. Ötekiyi kucaklamanın en cesur ve açık yolu olan koalisyona karşıt duran ön yargıya teslim olmayalım. O zaman seçim barajı gibi bir zırva bile içimizden geçen oyu vermemize engel olamaz. 

Hepinize süper günler,
Cihan

11 Temmuz 2013 Perşembe

Şefkat

Militarizme karşı olmak bir şey, bu coğrafyada ordusu kuvvetli olmayanların tatsız durumunu değerlendirmek başka bir şey. Kuvvetli ordu siyasete müdahale eden, sözü geçen ordu demek değil; genlerinde savaş tecrübesi olan, ordu tipi disipline yapı itibariyle uygun askerlerden oluşmuş ordu demek. Subaylarının eğitiminde bir ekolü olan ve tabi sayıca kalabalık bir ordu demek.

"Her Türk asker doğar" lafı bizde ekolün ve genlerde disiplin ve savaşa yatkınlığın ifadesi. En azından etrafımızdaki toplumlara bakınca burada daha "avantaj"lıyız. Arabistanlı Lawrence İngiltere'ye yazdığı bir raporunda "Haydarpaşa'da 'bomba var yatın' desem herkes yatar, burada kimse ilgi bile göstermiyor" benzeri bir ifade kullanmış. İş yerlerinde, toplumsal hayatta, otoriteye uymayı erdem, uymamayı ayıp bellemişiz. Bunu yaptığımız için de kendi gücümüzü içten içe bilmişiz. O nedenle, emperyalizmin en kuvvetli orduları ve ülkeleri istila etmeye kalktığında karşı koyabilmişiz. O sebeple arkasında cumhuriyet tarihinin en büyük halk desteklerinden birini almış iktidarın liderine "kes sesini" pankartı açabiliyoruz.

İçinde bulunduğumuz coğrafyadan almış olduğumuz daha önemli bir erdemse şefkat. Akdeniz ve Ortadoğu'nun her yanında sert adamları, dirayetli kadınları görürsünüz. Hepsi de bazen bir kedi yavrusu karşısında, bazen hastalanmış olan Rum komşusuna, bazen de madde bağımlısı iş arkadaşının karşısında bütün sertlikleri bir kenara bırakıp, bir hemşire hassasiyetiyle şefkat elini uzatır. Düşene vurulunca siper eder kendini. Haksızlığa gelenin yanında dik durur. Mağdura kayıtsız kalamaz asla. Politikacılarımız da bunu iyi bildiklerinden sıkça kullanır.

Gezi polislerinin arasında "ne destanı, onlar bizim halkımız, destan düşmana karşı yazılır" diyenler var. Gezi direnişçilerinin arasında "Zor tuttuğunuz %50'nin hakları için de o gazı yeriz" diyenler var. İktidar yanlısı olup polisin tavrından utanan, iktidar karşıtı olup "makarna kömür" aşağılamalarından utanan bir halkız biz biraz da. Bu bizim toplum olarak empati, şefkat ve sorumluluk duygularımızın geliştiğine önemli bir işaret. Belki de o sözü artık değiştirmeliyiz: "Her Türk anne doğar!".

Hepinize süper günler,
Cihan


6 Temmuz 2013 Cumartesi

Nil

Tıpkı İstanbul Boğazı gibi, Nil Nehri de Kahire'yi ikiye böler. 10 yıl önce 65 milyon civarında olan Mısır nüfusunun %20'si Kahire'de yaşıyordu. Oran Türkiye İstanbul oranı gibi. Humus nefistir, Nil turu üzerinde yiyorsanız tipik turist aktivitelerini de yaşarsınız. Boğaz turunun benzeri.

Yanınızdaki kadınların sizin sadece arkadaşınız olduğu anlaşılırsa esnaftan evlenme teklifi alabilirler. Piramitleri ve binlerce yılın kültür birikiminden beklediğiniz gelişmişliği bulamasanız da Ortadoğu'nun duygusal, sıcakkanlı insanlarından çok farklı değildir Mısırlılar. Samimi ve gözünüzün içine bakarlar. Ezbere Arap derseniz İlber Ortaylı'nın uyardığı gibi "arapların hepsini aynı bilme" hatasına düşersiniz. Ne Suudilere benzerler ne Irak araplarına ne de Türkiye Araplarına. Zaten Arap da değildirler, yine de ülkelerinde olana arap baharı deriz. 

Nil'in altından ve üstünden  17 geçiş noktası (tünel veya köprü) vardı o dönem (yani 10 yıl önce), o yüzden kurallara saygısızlıkta yarışsak da İstanbul gibi trafik sorunu yoktu. Birden fazla eşin olması hayatın batı medeniyetinde kabul edilemeyecek gerçeği. Afrika, Avrupa ve Ortadoğu'nun ortası, geniş yüzölçümüyle bölgenin bölgede yaşayan en önemli 4 aktöründen biri.

Emin Maluf'tan okuduğum kadarıyla Mısır halkı da biz istisna olmak üzere bölgedeki tüm diğer müslüman ülkeler gibi lider yetiştiremiş, bir milli mücadele verememiş halklara özgü ruh travmalarına sahip. 

Orada olanlar ile Türkiye'de olanları karşılaştırmak siyasi olarak ne kadar anlamlı bilmiyorum ama, yüzyıllarca aynı İmparatorluğun iki halkı olmuş Mısır ve Türkiye halkının bugün yaşadıkları olaylarda tek benzerlik iki halkın da daha fazla özgürlük istemesi...

Hepinize süper günler,
Cihan

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Kaç Kardeşsiniz?

Alevi kardeşim, seni seviyorum, yanyanayken dışlansan da insanı seviyorsun. 

Kemalist kardeşim, seni seviyorum, Atatürk'ü anlamaya çalışıyor, içten takdir ediyorsun. 

Laz kardeşim, seni seviyorum, heyecanın cıvıl cıvıl, esprilisin. 

Başörtülü kardeşim, seni seviyorum, kamu görevinde başını örtebilmelisin. 

Kürt kardeşim, seni seviyorum, Apo posterini ne pahasına olursa olsun taşımak istiyorsun. 

Ülkücü kardeşim, seni seviyorum, davan uğruna can verebilirsin hatta can bile yakabilirsin. 

Eşcinsel kardeşim, seni seviyorum, tüm aşağılamalara rağmen kimliğini savunuyorsun. 

Ak Partili kardeşim, seni seviyorum, ülkenin iyiye gitmesini istiyorsun. 

Dindar kardeşim, seni seviyorum, insanlar öbür dünyada cehennemde yanmasın istiyorsun. 

Solcu kardeşim, seni seviyorum, bu dünyada eşitlik istiyorsun. 

Feminist kardeşim, seni seviyorum, kadının hakettiği yere gelmesini istiyorsun. 

Kardeşim sana çok kızıyorum, konu başkasının özgürlüğü olunca çok tembelleşiyorsun!

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Şaşkınlara Empati-Son: Direnişçi

Hayır onlar şaşırmadı. Şaşırmak için yakın vadeli beklentileriniz, hesaplarınız, veya önyargılarınız olması lazım. Birşeylere tutunmuş olmanız lazım. Zaten hayatı keşifteyseniz ve ruh haliniz "yaşa ve öğren" prensibiyle gidiyorsa şaşırmaktan çok yaşıyor, hayal kırıklığına düşmekten çok öğreniyorsunuz.

Onların geleceklerine, torunlarının geleceklerine dair planları var. Bu planların hiçbirinin ulaşılmama ihtimali olduğuna inanmıyorlar. Yaşları küçüldükçe, dilekleri daha samimi oluyor. 

"Laf dinlememe" antrenmanlarına ergenlik çağlarında başladılar. 18 yaşın yasal özgürlük müjdesiyle daha da güvendiler kendilerine. Onların her ihtiyacını yerine getirmeye çalışan, varlık sebepleri olan ve onları koşulsuz sevdiklerine emin oldukları anne babalarına bile onlara nasıl yaşamaları gerektiğini dikte ettirme izni vermediler. Sistemleri de tanımıyorlardı yeterince. Sistem idarecilerinin müdahelelerine de umulan tepkiyi verdiler.

Şaşırmadılar, şaşırttılar. 

Hepinize süper günler,

Cihan


29 Haziran 2013 Cumartesi

Şaşkınlara Empati-3 Ticari Basın

Ulusal basın değil çünkü ulusa vermiyor önceliği. Yaygın medya da değil çünkü haberin olduğu yerde olmadığında yaygın hali kalmıyor. Korkusu ticari, çünkü tiraj düşerse amaç yani para kazanma hesabı tutmaz. O yüzden ticari basın.

"Gazetecileri ayıralım" da denmiyor. Nasıl ki polis ve asker yasa dışı bir emri uygularsa "Emir böyleydi" diyerek kurtulamaz, gazeteci de "Patronun/Editörün talimatı" diyerek işin içinden sıyrılamaz. Patronların kabahati ise kesinlikle daha büyük. Gazetecilere yönelik dışarıdan gelebilecek baskılara karşı dahi kendilerini siper ederek, özgürce yazmaya teşvik etmeleri gerekirken (ki bu ticari başarısı için de aslında kaçınılmazdır), belli ki aksi istikameti tercih ettiler.

Her şerde bir tecrübe var. Artık gazeteciler de 19 yaşında bir gencin ruhunda yazma konusunda daha yüreklendiler. Ama şaşırdılar. Kimisi neden yazmıyoruz ki diye düşündü ama elinden bir şey gelmeyeceğini zannetti. Kimisi yıllardır nelerin yazılmadığını düşününce "bunu da atlatırız" dedi. Atlatamayınca şaşırdı. Kimisi zaten eski alışkanlıkla "böyle anarşikleri göstermemek lazım" dedi. Usta bir gazetecinin tanımıyla "bir doktorun, ben bu hastayı ameliyat etmem!" demesiyle aynı şeydi bu. En reva şaşkınlık gazete sahip/editörlerine geldi. "Yapmaları gerekeni" yaptıkları halde fena halde tiraj ve itibar erozyonuna uğradılar. Depremlerden sonra zeminin daha sağlam olması ve krizlerden sonra ekonomilerin hızlı büyümesi gibi basınımızın bu tökezlemesi de gerekli derslerin alınmasıyla sonuçlanmıştır. Ki bu ders Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumlulukları Bildirgesinde Gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri bölümünün 1. Maddesi ya da ilk dersi:

"Halkın bilgi edinme hakkı uyarınca, gazeteci, kendi açısından sonuçları ne olursa olsun, gerçeklere ve doğrulara saygı duymak ve uymak zorundadır."

Fırsattan istifade gazeteci olsun olmasın herkesin bildirgeyi ara sıra okumasında fayda var.

Hepinize süper günler,
Cihan



27 Haziran 2013 Perşembe

Şaşkınlara Empati-2 Başbakan

Düşünün ki bir iş görüşmesindesiniz. Çalışma saatleri: uyanık olduğunuz tüm zamanlar. Ne giyeceğiniz konusunda esnek olmayan kurallar var. 76 milyonu memnun etmeniz bekleniyor ama bunu yaparken, dış dengeleri, ekonomik disiplinleri ve teamülleri bozmamanız bekleniyor. Her 4 yılda bir tekrar işe alınmanız lazım. Ne kadar maaş isterdiniz?

Başbakan gece gündüz demeden çalışıyor, 10 yıldan fazladır. Türkiye'nin bir kesiminin onurunu yerden kaldırdı. Askerin siyasete müdahalesine "Dur" dedi. Ekonomik anlamda ülkesinin zenginliğinde artış sağladı (Dünya Bankası'na göre 2002'de kişi başı GSMH sıralamasında 61. iken 2012'de 54.'yüz). Arap dünyasında büyük prestiji var. Dünya görüşü net olmasına rağmen bazı değişikliklerde ısrarcı ve fazla kırıcı olmadı (en azından 2011'e kadar). Demokrasi treninden ara ara helikopterine binip kaçtıysa da tamamen inmedi. Alışılmışın aksine iktidar koltuğu popülaritesini aşındırmadı. Arkasındaki destek artarak sürdü.

Daha önce defalarca gazetecisi, sanatçısı, hukukçusu, işçisi "çoğunluğa tahakküm etmeye çalışan azınlık" gazı suyu yediğinde "Bunun da üstesinden geldik evelallah" dedi. Gel gör ki bir sabah olmayacak bir şey oluverdi.

Açıkça isyan çıktı. Kuralına uygun oynanmamış mıydı? Belediye finanse etmiş Koruma Kurulu'ndan onay alınmıştı. İhalesi yapılmıştı. Öyleyse bu gürültü neden şimdi çıkıyordu?

Diktatörlük iddiaları doğru olabilir miydi? Seçilmişe diktatör demek mümkün müydü? Diyelim ki mümkün, halkın seçilmişlerin yetkilerini kısıtlama şansı olabilir miydi? Halk isterse gerçekten şeriat da gelir miydi?

Özel hayata müdahale suçlaması ne kadar doğruydu? Kürtaj ve doğum kontrole Amerika'da da bir çok karşı çıkan var. İçki zararlı, gece satın alımını engellemek neden içmeye karışmak gibi algılanıyordu? TBMM'de "ayyaş" nitelemesi yüzünden mi?

Berrak bir zihinle düşününce tek cevap çıkıyor: "Camiye ayakkabıyla girdiler!".

Hepinize süper günler,
Cihan

Şaşkınlara Empati-1 Yetmez ama Evetçiler

Çoğu laik demokrasiyi savunuyorlardı. Demokrasiyle militarizmin birarada yürümeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Ötekileştirme kampanyalarından da fazlasıyla bunalmışlardı. Mütedeyyin muhafazakarların da kendileri kadar insan olduklarına ve içinde oldukları gemiyi batırmayı değil, kendi istikametlerinde götürmeyi istediklerine inanıyorlardı. Başka yollara gitmekten korkmuyorlardı. Çünkü hep tutulan yolların gidip gidip biryerlere toslamasında kendi paylarına düşen sorumluluğu da alıyorlardı. 

Dediler ki "Darbecileri yargılamak da diğer insanları yargılamak kadar kolay olmalı". Bu anayasa bu çağın Türkiye'sine yetmiyordu. Bu yüzden öcülerden korkup ezberleri okumaktansa karşıt gözükme gömleğini yakıp "kredi açmaya" karar verdiler. Bazıları 12 Eylül'ün karanlık sayfalarında silinmeye çalışılmış aydınlık yazılardı. Darbe kültürünü savunur konuma düşmeyi reddettiler. Cesurca...

Gelinen noktada en büyük şaşkınlıkları askeri diktayı reddedenlerin, askeri diktanın dahi yapamayacağı bir despotizmden kaçınmamalarına şahit olmaktı. Twitter ve Facebook hafiyeliğini izlerken, tam da karşı çıktıkları "özgürlüklere güvenlik gerekçesiyle müdahele" çelişkisini gördüler. Şaşkınlığın kuvvetlisini, hayal kırıklığını yaşıyorlar. 

Bir babanın veya annenin yürümeyi yeni öğrenmeye çalışan çocuğunu düşmesin diye yatağa bağlamasını izler gibi dehşetle izliyorlar. Yine o referanduma gidilse oyları değişir miydi? Değişmemeli. Ne kadar sert düşersek düşelim, yürümeye çalışmaktan vazgeçemeyiz. 

Hepinize süper günler,
Cihan

25 Haziran 2013 Salı

Aslında herşey olması gerektiği gibi

Kaybedecek gereğinden fazla hakedilmemiş şeyi olanlarla, bütün ömrü boyunca korkarak yaşamış insanlardan yükselen "artık bundan sonraki eylemler işin tadını kaçırır" lafzı ve eylemlerin ilk günkü tadında olmaması nedeniyle, genel bir şaşkınlık havası hakim. 

Bütün iddialı laflara ve zafer/bozgun ruh hallerine rağmen, Başbakan'dan ateist eşcinsel direnişçiye kadar yelpazenin her kanadında en baskın hissiyat bugünlerde şaşkınlık. Ilımlı bir manik depresif ruh çalkantısında senenin en büyük mehtabını seyrediyoruz. 

Başbakan, şöyle bir milleti kucaklayayım diyor, camiye ayakkabıyla girenlere takılıp üzerlerine yuvarlanıyor. Direnişçinin, Taksim'e gidesi var, dilinden düşürmediği "mücadele" ateşini duyuyor ama direniş yerine park forumlarında farklı tellerden şakıyor ya da Fener'e üzülmüş. Yılların gazetecileri okurlarına yaranamadığından, ne söylerse hakaret işittiğinden dertli. 

Yabancıların "ne dilediğine dikkat et, gerçekleşebilir" sözü biraz bu durumumuza uygun. Başbakan demokrasiyi getirmeye uğraşırken bu "yan etkileri" hayal etmiyordu. Direnişçi bu kadar kuvvetli olduğunu ayırdına yeni vardı. Gazeteci ise artık işaret parmağını yalayıp havaya tuttuktan sonra masasından yerine göre sivri yerine göre müsekkin iki satırla tirajı toparlayamayacağı yeni dönemi yaşıyor. 

Artık herkes ezberlerine göre değil, nasıl daha iyi olabilirim muhasebesine girerek, üzerindeki şaşkınlığı atıp, her ne yapıyorsa onu daha iyi yapmalı. 

Hepinize süper günler,
Cihan

19 Haziran 2013 Çarşamba

Ne zaman biter?

Hiçbir zaman!

Değişim hiçbir zaman bitmeyecek. Tek bir canlı kalmadığında dahi gezegenlerin yörüngeleri değişecek, yıldızlar sönecek patlayacak, yeni yıldızlar ve gezegenler oluşacak.

Hal böyleyken dünyamızda, özellikle de ülkemizde, 1000 yıllık devlet geleneğimizin idaresine geçenler büyük çoğunlukla bir süre sonra değişikliklerden rahatsızlık duymaya ve onları durdurmaya, engellemeye çalışıyorlar. Ian Robertson'un dediği gibi bu bir hastalık mı, yoksa yetiştirilişimizden mi bilmiyorum ama çok sık oluyor. Taşları yerinden oynatabilenler, son ve mükemmel hamleyi kendilerinin yaptıklarına inanıyorlar. Değişimin önünde yol açarken, "muhafaza" kaygısında bulanık zeka moduna geçiyorlar. "Ben değiştim" diyerek gururlananlar, "Ben değişmem" diyerek böbürlenmeye başlıyorlar.

Değişmemek ve tutarlılık aşırı değerleme gören kavramlar. Şartlar değiştikçe değişmek, yani adaptasyon "kaypaklık" ve "omurgasızlık" diye yaftalanabiliyor. Halbuki şartlara uyum sağlamak hayatta kalmanın birinci şartı (şartları kendiniz belirleyemiyorsanız). "Ben değişmem" diyorsunuz, siz bunu derken 1 yıl içinde bazı böbrek hücreleriniz dışında neredeyse tüm hücreleriniz TAMAMEN değişmiş oluyor. Üstelik şartlarda bir değişiklik olmasa da. O yüzden değişen şartlara içten samimiyetle uyum sağlayan kişi ve kurumlar, krizlerden güçlenerek çıkıyor. Değişime direnenler, direnişle değişiyorlar.

Rüzgar sörfü yaparken, rüzgarın şiddeti ve yönü değiştikçe siz de tutuşunuzu duruşunuzu değiştirirsiniz ki istediğiniz yöne gidebilesiniz. Sörf eğitmeninin söylediği gibi "malzemeyle boğuşursanız" hem kendinizi yorarsınız, hem de rüzgarı kaçırırsınız.

Hepinize süper günler,
Cihan

14 Haziran 2013 Cuma

Tek Kelimeyle Özgürlük

İki küçük çocuğunuz varsa korkuyorsunuz. Böyle söyledim yılların gazeteci-yazarı ve olayları tam zamanlı yaşayan Nazım Alpman'a. Ne bulacağınızı ve neyle karşılaşacağınızı bilmeden, sadece içinizdeki zayıf "birşey olmaz" telkiniyle kendinize ettiğiniz, gidiyorsunuz. Ne yazık ki bu korku hırsızdan katilden değil, güvenlik güçlerinden. Gaz sıkarlar mı, su atarlar mı, gözaltına alırlar mı? Bilemezsiniz. Onlarca avukatı yaka paça götürenler ve salıverenler tam da böyle hissetmenizi istiyor.

Finükülerden çıkınca kapalı topluluktan aydınlığa giriş. İlk gördüğünüz iki tarafında Türk Bayrağı olan Atatürk resmi AKM'ye asılı ve önünde çevik kuvvet. Bu milletten koruyorlar kurucusunu. Meydandaki heykelin etrafı da aynı. 

Merdivenler direnişçilerin. Evet bütün marjinaller de sıradan insanlar gibi orada. Bolca bulunan hiç bir şeyin kader değiştiren etkisi olmuyor. Biraz çılgın, biraz uçuk, ve kesinlikle alışılmışın dışındaysa insan, alışılmadık durumların üstesinden geliyor. 

Harika duvar yazıları var. Ücretsiz yiyecek içecek dağıtılıyor, bir miktar da ihtiyaç maddesi. Devrim marketin önünde yemek saatlerinde sıra. Görünenler ve işitilenler bunlar. Bir de dayanışma, kararlılık, azim, gurur, saygı var yoğun, içinizi dolduruyor. 

Gazeteciler, öğrenciler, işportacılar, kızlar, erkekler, eşcinseller, yaşlılar, güzeller, içi gülenler, feministler, komünistler, turistler cıvıl cıvıl. Renk renk. 

Apo tezahüratı yapan olmazsa kimse kimseye karışmıyor. Kahve, parfüm, simit, sirke ve yoğun bir özgürlük kokusu var. Korkuyu heyecana çeviriyor. 


LGBTT, perküsyon şovu, insan zinciri, alkışlar, ıslıklar, sloganlar, yaratıcı afişler, ayaküstü felsefi değerlendirmeler, röportajlar, molalar seyirler. Festival yeri gibi. Şapkalı genç, turist gibi fotoğraf çekenlere tepkisini gösteriyor ama orada olamayanların en iyi  muhabirlerinin yakın arkadaşları olduğunu unutuyor. 

Anneler açık ara günün en net tavrı. Sonrasındaki piyano dinleme seansını kaçırdığımıza üzgünüz ama anneleri kaçırmamış olmak büyük şans.

Çoğunluğun veya güçlünün dediğinin olmasını sağlamak aslında orman kanununu uygulamak demek. En sakin günlerinden birini yaşıyor olsa da Gezi size medeniyeti baştan tanımlıyor: Medeniyet azınlığın kendini kabul ettirmesiyle oluyor, direnerek. 

8 Haziran 2013 Cumartesi

Basit düşünmek

Bazen basit gerçekleri, derin analiz yapma kaygısından es geçeriz. Gözümüzün önündeki bariz gerçeğe odaklanamayız. 

Sosyal medya belasında ve sohbetlerde etrafıma Başbakan'ın neden özür dilemeden, geri adım atmadan, göstericileri övmeden "büyüklük bende kalsın" diyerek "Topçu kışlasını uzmanlarla birlikte tekrar düşüneceğiz" benzeri bir ifade kullanmadığını anlamadığımı söylüyorum. Başbakan'ın iç savaş kışkırtmak istediğini düşünmüyorum, bundan ona bir fayda gelmez. Toplumsal olayları bu şekilde susturacak kadar kendine güveniyor olabileceğine ihtimal versem de meydanlardaki kararlılığı görmemiş olabileceğine kani değilim. Cumhurbaşkanı'nın Arınç'ın ve birçok destekçisinin ifadelerinde de uzlaşmacı yaklaşımlarını görünce Başbakan'ın bu tavrına anlam veremiyorum. Siyaset gerçekten çok ciddi bir birikim ve uzmanlık işi, bu yüzden idrak edememem çok normal. Neticede seçimler yakın ve AKP'nin en yüksek oyla seçimlerden çıkma ihtimali yüksek, neden gerginlik geçiştirilip sonra yine "ne derlerse desinler" istediği yapıyı dikmesin ki?

Başbakan'ın en güçlü özelliği kitleleri peşinden sürükleyebilmesi. Belki de tabanının heyecanını bu tavrıyla ateşlemek için erken seçimlerde ana stratejisini bu olarak belirledi? Seçim propagandasını:

- Biz halkımıza hizmet için uğraşıyoruz ve bizi çekemiyorlar
- İç ve dış şer odakları Türkiye'nin zayıf düşmesi için işbirliğine girdi
- Liderinizi "yiyecekler". 

Üçlü argümandan tutarlı bir mağduriyet (karşı tarafta da ihanet) senaryosu çıkıyor. 

Yakın zamanda (Haziran ayı içinde) seçim tarihi açıklanırsa bunun bilinçli bir strateji olabileceğine inancım artacak. Demem o ki belki de gerçekten gözümüzün önündeki seçimin stratejisini izliyor olabiliriz. 

Cihan

4 Haziran 2013 Salı

Uçmak

Her çocuğun hayalidir. Eskiden şanslıların bir imkanıydı, artık neredeyse otobüs yolculuğu kadar yaygın. Bir çocuğun özellikle ilk uçma tecrübesi ve coşkusunu, bu şansa sahip olduğum halde ifade etmem zor. Ne yazsam tam hislerimi aktaramayacağım.

Anne babanız size bir bilet alır, elinizden tutar ve uçaktaki yerinizi gösterir. Kendinizi önemli ve kıymetli hissedersiniz. İçiniz içinize sığmaz. Bütün doğru işleri yaptığınız için ödülünüzün bu olduğunu düşünür keyiflenirsiniz.İlk hareket korkutucudur, büyük bir titremeyle koca uçak yol almaya başlayınca ellerinizle koltuk desteklerini sıkıca kavrarsınız. Uçağın hareketlerine göre elinizi sıkar gevşetirsiniz. Öyle bir noktaya gelir ki bu hisler uçağı sizin yönlendirdiğinize eminsinizdir. Ellerinizi gevşetirseniz uçağın düşeceğini sanırsınız.

Bir süre sonra biraz rahatlarsınız, ellerinizi bırakıp başkalarının ne yaptığına dikkat edersiniz. Ön koltukta oturan adamın kafasına dokunur, yan koltuktaki teyzeden dergi istersiniz. Artık daha rahat olduğunuzdan hosteslerden su ister, küçüklüğünüze güvenerek diğer yolcuların ne yapması gerektiğini annenize talimat olarak verirsiniz. Bir anda müthiş bir titreme ve sallantı. Bütün önceki keyfinizi kursağınızda bırakan bir korku salar içinizi. Anne babanız sizi kucağına alır, "korkma yavrum bu bir hava boşluğu" der. Kısa bir süre sonra rahatlarsınız ama bütün kötü tecrübeler gibi bu hava boşluğu tecrübesi, sizin uçak keyfine bakışınızı değiştirmiştir.

Yine de güzeldir uçmak, pencereden aşağı baktığınızda evler ve insanlar seçilmeyecek kadar ufaktır. Bir gözünüzü kapatıp, işaret ve baş parmağınızı birleştirip, o aradaki küçük boşluktan bile baksanız bir sürü ev görürsünüz. Koca bir dağ bir avucunuza sığar. Öyle büyülü bir şeydir uçmak. Orada aşağıda bir sürü çocuk vardır sizin gibi, bahçesinde, okulunda ve evinde oynayan. Onların sizden bir farkı olmadığını düşünmek istersiniz ama o irtifada kendinizi buna ikna etmeniz imkansızdır. Gurur ve keyfiniz yine katlanır.

Tam iyice rahatlayıp kendinizi bir kartal veya planör gibi hissederken uçak inişe geçmeye başlar. Bu inişi de siz kontrol ediyorsunuz sanırsınız. Ne de olsa elleriniz sımsıkı tutuyor koltuğu.

İndikten sonra anne ve babanız sizi elinizden tutup, bütün itirazlarınıza rağmen o sıradan gördüğünüz, yerde dolaşan insanların arasına götürür sizi.

Başbakanımızın uçak yolculuğu da sonsuza kadar sürmeyecek.

Hepinize süper günler,
Cihan


2 Haziran 2013 Pazar

Toplum Depremi

Başbakan iki çok önemli ve çok doğru tespitte bulundu: olayların bu noktaya gelmesinde provokasyon çok etkiliydi ve polisin gaz kullanımı yanlıştı. Bence bu iki cümle birleşmeli: Türkiye'de toplumsal olaylar büyüyor çünkü polis provoke edici davranmayı yöntem edinmiş. Edinmiş de memurlar aralarında anlaşıp mı gaz sıkmaya karar vermişler? Tabi ki hayır. Yönetici (vali mi, emniyet müdürü mü, içişleri bakanı mı başbakan mı bilemem) "ne pahasına olursa olsun orayı boşaltın" derse polis eline geleni kullanır. "Bir kişinin burnu kanamasın" derse kanamaz (yani polis yüzünden kanamaz). Çünkü polis teşkilatı bu donanım ve eğitime sahip. 

Sadece Gezi olaylarıyla bunu söylemek acelecilik olabilirdi ama yıllardır 1 mayıslarda can ve mal kaybı, sınırları polis çizince artıyor. Son 1 mayısta düşünceli büyüklerimiz inşaat çukuruna düşen olmasın diye hepsini gaza ve coba boğdu. 80lerin duvar yazısıdır: "Barış için savaşmak, bekaret için sevişmeye benzer". Yurttaşlarımız başlarına birşey gelmesin diye hastanelik edildiler.

Ulusal medya söz dinleyerek iktidara sadakatini ispatladı. Halka hayal kırıklığı yaşattılar. 99 Depreminde Türkiye radyoyu keşfetti, bütün bilgiyi oradan aldı, 2013 toplumsal depreminde sosyal medya tahta geçti. Artık meydana giderken ayakkabınızı unutabilirsiz ama akıllı telefonsuz olmaz. 

"Türk Baharı" bir iç savaş çıkartmaz diye umuyorum, devrim de olmaz. Rantın beli kırılmaz ve iktidar değişmez belki ama şurası kesin: 1 Haziran 2013'te bambaşka bir Türkiye'ye uyandık!

Cihan

30 Mayıs 2013 Perşembe

Değer atama

Gece saatlerine kadar çalışmışsınız, özenip raporunuzu hazırlamışsınız, patronunuz da "Gerçekten bravo süper olmuş" demiş. Bugünün kaygan zeminli kariyer basamaklarında bir nebze de olsa iş garantisi, psikolojik tatmin  ve belki de beklediğiniz maaş artışı.

Değerlidir. Değerle ilgili çok eskiden okuduğum bir kitapta üç kavramın altı çiziliyordu. Değer atama, değer verme, ve değer. Değerin kendisi karmaşık ve göreli. Çölde vaha, insanda sevgi, denizde tekne büyük değer. Hayatın kendisi bir değer. Nesne önemli. Değer verme ve değer atamaysa farklı. Değer verme öznenin işi, ben çiçeğe değer veririm öbürü böceğe, nerede olursam olayım benimle ilgilidir. Ben değişirsem verdiğim değer değişir aynı kırmızı güle. Değer atama da biraz toplumla ilgili sanki. Akıllı telefon çok değerli; uyanık olmak, yakışıklı olmak, bir zamanlar memur olmak çok değer atanan kavramlar.

Arabanız, oturduğunuz eviniz, işiniz, eşiniz, dinlediğiniz müzik, içtiğiniz şarap, okuduğunuz kitap, düşündüğünüz çözüm, seyrettiğiniz deniz. Geçtiğiniz sınav, pişirdiğiniz pilav, azminiz, cesaretiniz, arkadaş çevreniz.

Bize değerli gelen şeylerin değerinin ölçüsünü neye göre yapabiliriz? Belki, hangisi çocukların oynarken caddeye kaçan plastik topu için hissettiklerini bize hissettirebiliyor diye sorarak...

Hepinize süper günler,
Cihan

26 Mayıs 2013 Pazar

Sıradan mucizeler

2 yaşındaki oğlum "baba ben ay dedeye tırmanıcam" deyince "astronot olmak istiyorum" un bu daha önce duymadığım  şekli çok hoşuma gitti.

Aya tırmanmak için mesela insanlar birbirinin üzerine bassa 215 milyon insanın üst üste çıkması lazım (ABD nüfusunun üçte ikisi). Dünyada o kadar çok insan var ki bu aya tırmanma projesini eşzamanlı olarak 30 yerde gerçekleştirebilecek personeli var. 7 milyara kadar sayması için bir insanın 200 yıl boyunca sadece sayı sayması gerekiyor.

Henüz keşfetmediğimiz birçok yeri ve özelliği olan güneş sistemimiz bundan 11 milyon kez daha büyük (4 500 trilyon kilometre) . İnsanlı bir aracın ulaştığı en yüksek hızla (Apollo 10'un atmosfere girerken ulaştığı hız yani 40 000 km/h) bir uçtan bir uca gitmeye kalksak 13 000 yılımızı alır. Samanyolu galaksisinde 200 milyar tane daha bizimki gibi güneş sistemi olduğunu düşününce gerçekten küçük olduğumuzla ilgili küçük bir fikir sahibi olabiliyoruz. Küçük bir fikir çünkü gözlenebilen evrende 170 milyar kadar da galaksi var.

Nazım Hikmet'in "...kutrunun ölçüsünü santimine kadar bildiğim halde, ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı, dünya inanılmayacak kadar büyüktür benim..."dediği gibi doğum günlerinde insanın içinde o akıl almaz büyüklükler, o kadar fazla insan, küçülüp önemsizleşiyor. Sevdiklerin, sen oturuveriyorsun herşeyin merkezine.

Hepinize süper günler,
Cihan

  

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Kişi kurum meselesi

İster bir takım oyunu oynayan, ister bir firmada yöneticilik yapan veya bir ülke yöneten kişilerin "önemli olan kurumun faydası" dediğini çok sık duyarsınız. Kurumsallaşma özellikle iş çevrelerinin "havalı" kelimelerinden.

Az gelişmiş ülke ne demek tam tanımlayamıyorum ama kurumları dünya çapında aktivite gösteremeyen (kendi ülkesinin sınırlarını aşamayan) ülkelerin ortak özelliklerinden biri liderlerinde efsane ve mümkünse doğaüstü güçler bulunması veya onlara böyle vasıfların atfedilmesi.

Ortalama aklın üzerinde bir lider de bu ortamda efsane lider olmaya yoğunlaşıyor. Sert, sözünden dönmeyen, korkusuz, hatasız. Hatasız olma çabası, çok eyleme itiyor insanı. "Onu da düzelteyim bunu da düzelteyim" diye didiniyor. Çok çabalayan her canlı gibi çok hata yapıyor. Belirli bir eşik geçildikten sonra onu kendisinden dahi daha iyi koruyabilen "hayranları" bile onu kurtaramıyor. Ve her efsane gibi trajik sonuna koşuyor.

Kurumları kendilerinden içten bir şekilde daha fazla önemsemeyenler, o kurumlara da pek bir katkı veremiyor. Sonra da ne kadar karizmatik, güçlü olsalar da tarihi değiştiremiyorlar. 

Bir Japon atasözü "bir Türk beş Japona değer, beş Japon elli Türke değer" dermiş (üfürük olabilir!). Böyle bir atasözü yoksa da olmalı. Gerçek tarih değiştiriciler ya daha az insanla daha çok iş yapanlar ya da daha fazla insanı aynı amaç doğrultusunda örgütleyebilenler oluyor galiba. 

14 Mayıs 2013 Salı

Ana mesele

Yurt dışına gidip dönenler ellerine gazete aldıklarında içlerinin karardığından yakındığı zaman biraz abarttıklarını düşünürdüm. İki üç gündür ise "gazeteyi görünce yurt dışına geri döndü" deseler şaşırmam. 

40 insandı bugün 50 oldu diyorlar. Anneler gününde onlarca anne ölmüş olmayı diledi "kara haber"i duymaktansa. "Sizi futbolla uyutuyorlar, ülkede terör canlar alıyor" dediler. Futbolda da canlar gitti. 20 yaşında çocuk bıçaklandı 40 küsur yaşındaki bir başkası kalbine yenildi. Birbirinin üzerine binen dalgalar gibi öfke dalgaları üst üste biniyor. Tsunami gücüne erişmesi için de ortam uygun gibi. 

Başbakan mı suçlu, hükumet mi, silah satanlar mı, PKK mı, Esad mı?  Taraftar öldü, Aziz Yıldırım mı suçlu, Ünal Aysal mı, polis mi? Hemen bir sorumlu bulup ceza kesme ihtiyacındayız. Artık acımızı, şaşkınlığımızı şüphemizi öfkemiz üzerinden yaşıyoruz. 

Belki de bu yüzden nesiller sürüyor acılarımız. Belki de bu yüzden Rakel Dink'in sözü yankılanıyor. Tahterevallide gülerek sallanan veya kumda kardeş kardeş oynayan iki minik çocuğum gibi çocuklardan, holiganlar, intihar bombacıları, otoriter liderler ve cellatlar yapıyoruz. Sonra da diyoruz ki bunların kökünü nasıl kazısak?

9 Mayıs 2013 Perşembe

Milliyetçi kaşımalar

İsveçli de olsanız, Fransız da olsanız, Türk de Kürt de olsanız milliyetiniz veya ırkınızla gurur duymak en doğal hakkınızdır. Ama yaşasın Türkler, diye başlayıp yedi düvele hakaret eden çocuk şarkılarıyla büyütüldüğünüz zaman milliyetçiliği başka millet ve ırkları aşağılayarak savunabileceğinizi zannediyorsunuz. Böyle bir noktadan yola çıkınca da düşmanlıkla dolu olan ne varsa ilginizi çekiyor. Başkalarının söylediklerinden düşmanlıklar üretiyorsunuz, ya da başkaları için düşmanca konuşuyorsunuz.

Sadece bizim ülkemize mahsus bir durum da değil bu, neredeyse Ortadoğu coğrafyasının tamamında böyle bir ruh hali yaygın. Daha anlaşılmaz olan söylenmemiş sözlerin söylenmiş diye yayılması, üfürükler.

Bugünlerde sosyal medyada Gülten Kışanak'ın kırmızılı yeşilli bir haritayla çekilmiş fotoğrafının altına "bunu da yaptı" manasına gelen ama küfürlü kıyametli, milliyetçi duyguları çomaklayan yazılar yazılıyor. Neymiş, Kışanak Kürdistan haritası yapmış. Aslında harita gelir dağılımı haritası. Farz edin ki kasıtlı olarak bölücülük maksadıyla bu şekilde gösteriliyor harita. Bire beş katarak bunun propagandasını yapıp defalarca hakaretlerle paylaşınca birleştirici mi oluyorsunuz?

Yıllardır Orhan Pamuk'a yapılan haksızlıkla çok benzerdir bu. Üfürük şu: "Orhan Pamuk, Türkler 1 milyon Ermeni'yi öldürdü, soykırımcı dedi Nobel aldı". Cümlenin orijinali "Bu ülkede 1 milyon Ermeni öldü ve kimse bu konuda konuşamıyor, ben yazıyorum". Ne soykırım var ne Türkler var ve açıkça derdi ifade özgürlüğüne verdiği önemi anlatmak.

İlk ağızdan doğruluğunu teyit edemedim ama yüksek ihtimalle İlber Ortaylı'nın Türkiyeli lafını eleştirisinde de "en az elli kere söyledim odun kafalılara.." şeklinde bir ifade yoktur.

Bu insanlardan nefret edebilirsiniz. Sol görüşlülerden, cemaatçilerden, ırkçılardan, güzellerden, çirkinlerden, eşcinsellerden, uzun boylulardan. Günahınız kadar sevmeyebilirsiniz ama iftira atarak ya da doğruluğunu araştırmadığınız konuları naklederek sadece kendi güvenilirliğinizi zedelersiniz.

Hepinize süper günler,
Cihan

7 Mayıs 2013 Salı

İfade özgürlüğü

Bir meslek içi eğitim seansı sırasında 20'li yaşlarında Alman mühendisin, 40'lı yaşlarındaki kendisi gibi mühendis olan İsviçreli  müdürüne, bize oldukça mantıklı gelen bir cümlesi için "I think that's bullshit!*" dediğini duyup, ortalığın karışmadığını görünce bu işlerin farklı kültürlerde farklı yürüdüğünün farkına vardım. Müdüre, öğretmene, anneye, ağabeye, patrona veya başbakana en kabul gören fikrini söylediğinde bile itiraz ortamı varsa ifade özgürlüğü olma ihtimali vardır.

Tutucu toplumlarda otoritenin eleştiriye tahammülü adeta bir zayıflık addediliyor. Bu da bireylerin gelişimini, kendine güvenini etkiliyor. İşin bireysel tarafı bir tarafa toplumsal olarak da ifade özgürlüğünün önünü tıkıyor. Sesini yükseltene (ki sesini yükseltmek de çok bağıranın sözü doğrudur yanılsamasından kaynaklanıyor) suya ilk girecek penguen gibi bakılıyor.

Daha iç karartıcı sonucu Zülfü Livaneli'nin bir sözünde vücut buluyor: "Siyaseti bıraktım çünkü söylemediğim şeyleri söylediğimi yayıyorlar". Ne alakası var diyenlere cevabım şu: Kendisi otoriteye karşı konuşulmaması gerektiğine inanan kişi bir şeyler söyleme ihtiyacını başkalarının söylediklerini (üstelik de ekleyip kırparak ya da yanlış anlayarak) ortaya atıp eleştirerek gideriyor. Özgün fikirlerini söylemeye için için korkuyor. Toplum böyle olunca siyaset de böyle oluyor. Spor yazarları masaya yumruk vuran komutan istiyor, halk da uluslararası arenada yerli yersiz çıkışların peşine düşüyor. Basın 4. erk olamıyor. İyi eğitim almış insanlar siyasetten kaçıyor.

Bana en çok dokunansa çocukların bu toplumun bu ortamında büyümeleri. Kendilerini özgürce ifade edebilen yaşıtlarından 5 sene geriden atılıyorlar hayata.

Hepinize süper günler,
Cihan


*Bence saçmalıyorsun!

3 Mayıs 2013 Cuma

2050'ye giderken

Birkaç kez "Geleceğe Dönüş filminde Marty McFly bugüne yolculuk etmişti" yazıp havada uçan kaykayların olmadığından yakınanlara müjde: O yolculuk 2015'te! Uçan kaykay için 2 yıl daha beklememiz yetiyor.

Yönetmen de filmin çekildiği tarihte bir üfürük atmış, uçan kaykayların aslında imal edildiğini ancak oyuncak firmalarının üretim yapmasına izin verilmediğini söylemiş. Amacı şaka yapmakmış ama kaykayın üzerinde ismi yazan oyuncak firması bir çok telefon görüşmesinde müşterilerine bunun şaka olduğunu izah etmek için ter dökmüş.

1985'ten 2015'i hayal etme fikri çok hoş, onun için 2050'ye dair kendi üfürüklerimi yazmadan edemedim:
- Ülkemde toplumsal olaylar, işçi bayramları, milli maçlarda taşkınlık daha az olacak, polis daha az müdahale edecek
- Dünya nüfusu artmayacak
- Yeni türler oluşacak, eskilerden canlandırılanlar olacak
- Üzerinde hayat olan gezegen(ler) keşfedilecek
- Dogmalar, korkular zayıflayacak
- Afrika, Antarktika turizmin en gözde yerleri olacak
- Şehirleşme yerine kırsallaşma başlayacak
- Irk, cinsiyet, tabiyet, tür ayrımları azalacak

Hepinize süper günler,
Cihan

29 Nisan 2013 Pazartesi

İfade Hataları

Çok sık ve yaygın yaptığımız bazı ifade hataları masum kelime bilmeme problemlerinden çıkıp iletişim sorunlarına, zıtlaşma ve tartışmalara ve hatta daha ilerilere gidiyor. Söylediğimiz lafla kastımızın farklı olduğunun da ayırdında olmadığımız için, kırma/kırılma noktasına nereden geldiğimizi de anlamıyoruz (ne yazık ki çoğu zaman umurumuzda da olmuyor).

Mesela çok tartışmanın kıvılcımını "bunu tartışmayalım" veya "bu konuyu sonra konuşalım" ifadesi alevlendirebiliyor. Çünkü bir konuyu tartışmak istemiyorsanız bunun bir çok yolu varken (mesela susmak) son sözü söylemiş olmak için "bunu tartışmayalım" demeyi seçmek bazen karşınızdakine "saçmalıyorsun" yahut "bu konu aslında benim için çok önemli değil" veya "sus artık" anlamına daha yakın. "Dürüstçe tartışmak istemediğimi söyledim" diyerek de sıyrılacağınızı düşünmeyin. Amacın bu olmadığını kendimden biliyorum. Şahsen "tartışmayalım" sözünü en çok söyleyecek bir şey bulamadığımda ve köşeye sıkıştığımda kullanırım.

Bir komşum bana "çok gürültücüsünüz ama çocuklar ufak olduğu için bir şey demiyorum" dedi. Gerçekten de ne güzel "demedi". "Ben senin yaptıklarını hiç yüzüne vuruyor muyum?". Evet vurdun bile. Bir şeyi söylemenin bir sürü yolu olabilir ama söylememenin tek yolu var o da söylememek.
"'Ayran içki değil içecektir'e girmiyorum bile" manasında bir cümlesi var çok ünlü bir köşe yazarının. Ben giriyorum, alkol içermeyen içeceğe içki demek yanlış.

Bir de çok sık söylenen "inanca saygı" meselesi var. TDK sözlüğü dahil kutsal sayılan kavramlara saygıdan bahsediliyor. Ama birinin kutsal saydığı öbürü için haram, şarap gibi. Yahut tek tanrıya inanan birinin putlara tapınana saygı göstermesi ne demektir? Tolerans gösterilebilir ancak. İneğe tapan arkadaşıma bu vasfından dolayı saygı duymuyorum, "kendisi bilir" diyerek bu konuda ona sataşmamak yapabileceğimin en iyisi. Ama saygı biraz daha kuvvetli bir kavram.

Hepinize süper günler,
Cihan

 

26 Nisan 2013 Cuma

Tabii ki Evrim

Üfürüklerin en geniş yaşam alanı bulduğu konular bir doktor ağabeyin anlatımıyla şöyle sıralanıyor:
"Üç konuda saatlerce konuşabilmek için hiç bir okuma araştırma yapmanıza gerek yoktur:
- Politika
- Kadınlar
- Futbol"

Bunları kenara koyarsanız sırada evrim gelir. National Geographic kanalındaki evrim programlarından birinde Darwin'in üç şey söylediğini anlatıyor:
- Dünya 10 000 yaşında değil (daha uzun süredir var)
- Dünya üzerinde canlılar gittikçe basitten karmaşığa doğru evriliyor ve
- Farklı özelliklerden ortama daha uygun olan (güçlü olan veya iyi olan değil) evrimin kıskacından kurtulma şansına daha fazla sahip.

Bu çok güzel bir özet ve eklenecek bir kaç tane daha "Evrimin ne demediği" var ki bazıları çok basit de olsa bin kere yazmak lazım:
- Evrim, insanın maymundan geldiğini söylemiyor, ortak atalarımız var diyor
- Evrim, hayatın kaynağı ile ilgili değil türlerin kökeni ile ilgili açıklama getiriyor
- Evrim, bir bilimsel teoridir, bilimsel teoriler sıkça kullanıldığı gibi varsayım değildir, deney ve verilerle desteklenmiş, düzeltilmiş ve rafine edilmiş hipotezlerdir ve bilimsel çalışmanın en kuvvetli sonuçlarıdır (evet yıkılmaz ve kesin değillerdir ama buna en yakın olgulardır)
- Bir tür başka bir türden evrildi diye o türün yok olması gerekmez, bir türün çok uzun süre evrim geçirmemesi teoriyi çürütmez
- Balıklar, sürüngenler, tek hücreliler atamız hepimizin atasıdır.
- Yeterli süre dünya yaşanmaz hale gelmeden korunabilirse insandan daha karmaşık bir canlı evrilmesi kaçınılmazdır (ki bizim için yaşanmaz hale gelip, belki bizden evrilen bir canlı türü için yaşanmaz olmayacaktır).
- "Aranan geçiş türleri bulunamamıştır, o yüzden evrim teorisi çökmüştür" lafı çok zeki bir insanın kendi teorisinde belirttiği bir noktayı teori aleyhine kullanmaya çalışmaktır. Darwin bizzat ortamların özelliklerinin değiştiği dönemde bazı değişim formlarının adaptasyon süreci sırasında daha kısa süre var olmaları nedeniyle yok olmuş olmasının, bulunamamasının beklendiğini ifade ediyor.

Öğrendikçe ne kadar az bildiğimizi anlayabildiğimiz ve bir hayvanat bahçesinde bir maymunun eline yakından bakınca ne kadar kolay ikna olduğumuz bu teoriyle ilgili üfürükler teorinin kendisinden çok daha fazla.

Hepinize süper günler,
Cihan
 

22 Nisan 2013 Pazartesi

Doğal mı Yapay mı?

Duygusal olarak doğalın çekiciliği çok kuvvetli. "Kendi kendine" oluşanlar insan eliyle yapılanlara göre daha mucizevi, daha büyülü geliyor ve büyüyü seviyoruz. Doğala olan sevgiye de kimsenin bir söz söyleyeceği yok. Ama sadece bazı konularda... Doğal yetişmiş domates (eğri büğrü olması şart değil), doğal, içten gelen tavırlar, antibiyotik yemeden büyümüş tavuklar hemen hemen tamamımızın göz bebeği. Bu konular tartışılabilir, özellikle gıdada, evet doğal gıda çok az ama belki de bu sayede çok geniş kitleler daha dengeli beslenip daha çok protein alabiliyorlar. Benim asıl itirazım, bir dayanağı olmadan "doğal olan iyidir" deyip doğallığın olumluluğuna ve iyiliğine tartışmasız güvenmek. "Doğal olanı buysa doğru olan budur" anlayışı. Aşağıdaki doğal/yapay listesini de o yüzden yaptım:
Doğal:
- Deprem
- Her türlü dışkı
- Arsenik
- Yılan zehri
- Üreme içgüdüsü (her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor)
- Grip virüsü
Yapay:
- Antibiyotik
- Rüzgar santrali
- Keman
- Şemsiye
- Aşı
- Matbaa
- Cam
Hepinize süper günler,
Cihan
 

19 Nisan 2013 Cuma

Çeşitleme

Ortaya karışık kültürümüzün sevilen bir parçası oldu (ama galiba bu eskiden gelen değil, yeni bir parça). Bu blogda kendi başına yeterince gündemde ve ilginç gördüğüm bir konu olmadığında ben de ortaya karışık yapacağım:
• Kargaların 100 yıl yaşadığına kargalar bile güler ama bizde yaygın bir inanış. Doğal ortamlarında 13 15 yıl yaşıyorlar.
• Sıklıkla paylaşılan Can Yücel ve Gazi Yaşargil hikayesi güzel bir kurgu ama her ikisi de ailelerinin imkanlarıyla eğitim almış (ben Gazi Yaşargil'in ropörtajımda dinledim).
• "Soğuk algınlığı" soğuk aldığınız için değil virüsler nedeniyle oluşuyor (buna yeri geldiğinde daha geniş döneceğim).

Hepinize süper günler,
Cihan
 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Merhaba

İletişim imkanları arttıkça akıllı telefonu veya bir genel ağ kafesine (kafes değil kafe) girebilen herkes her konuda görüş bildirebiliyor. Bu çok güzel bir imkan. Yan etkisi ise her yalanın çok daha hızlı yayılması. Üfürük söndürende aklımın erdiğince gerçekle ilgisi bulunmadığını gördüğüm ifade ve iddiaları afişe etmeye ve çürütmeye çalışacağım. Bir de istiyorum ki okuyanlar altlarına kendi gerçeklerini katsınlar.

İlk yazı Fazıl Say'ın mahkumiyetine geldi. İki buçuk üfürük gördüm:
1- Çoğu tartışma Fazıl Say'ın Tweeter'da Hayyam'ın bahsedilen dizelerini paylaştığı için mahkum olduğu üzerine yapılıyor ancak mahkumiyete sebep olan ifade sadece şiir değil, devamında gelen "Bilmem farkettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi allahçı" kısmı mahkemenin bu karara varmasına sebep olmuş.
2- Bir köşe yazarının hükmün açıklanmasının geri bırakılması nedeniyle Say'ın AİHM'ye gidemeyeceği görüşü de doğru fakat eksik bilgi, çünkü bu durumda fail hukuken mahkum olmamış gibi muamele görecektir. "Fiil sabit ancak fail topluma kazandırılmalı" amacıyla konulmuş bir kural.
2.5- (2,5 çünkü ilk iki maddeden de az bildiğim bir konu) Rubainin Hayyam'a ait olup olmadığıyla ilgili görüntü şu: Hayyam'ın doğrudan bu manada çevrilecek bir rubaisi olmamakla birlikte bugünkü yaklaşımla mahkum olabileceği dörtlükleri var.

(Alıntı yaptığım linkler aşağıda, ilgileniyorsanız özellikle Feyzibeyoğlu'nun denemesi ilginç)

Hepinize süper günler...
Cihan

http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1129695&categoryid=77
http://www.bilayvakfi.org.tr/denemeler/ihsanfeyzibeyoglu/hayyam.pdf