Bu Blogda Ara

16 Kasım 2015 Pazartesi

Saçmalıyorsunuz, ve fakat devam etmelisiniz!

Yine Batı'ya karşı bir terör eyleminde, "neden bilmem neredekine ses çıkartmadınız" çığırtkanları çıktı ortaya! "İkiyüzlüsünüz" diyenlerin bir yüzü var mı acaba? Lübnan ile ilgili, Filistin'le ilgili hiçbir şey söylemez, birisi Fransa ile ilgili iki kelam etti mi hesap sorar aklınca. Oralarda olanlara neden daha fazla tepki gösteriliyor biliyor musun? Çünkü nerede işler iyice karışsa, insanlar "oralara" kaçmak istiyor. Suriye savaşından kaçanların sığındığı yerlere yapılan saldırı, evinde barınamayanların, kaçacakları yerlere de bulaşan bir öldürme salgınını görünce "ölmek kaderim demek ki" demesine yol açıyor. Son umutları bombalanıyor. O yüzden "Fransa ettiğini buldu" dediğinde, "oh olsun" dediğinde seninle taban tabana zıt düşünüyorum. Bu yüzden saçmalıyorsun, ve fakat devam etmelisin.

Cemaat hiç bir zaman favorim olmadı. Hala da sempatik gelmiyor. Devletin içinde terör örgütü varsa, tabi ki hukuki yollarla bertaraf edilmeli. Ama cemaatin elini eteğini öpeyim derken, salya sümük iki büklüm olanların, bugün kahraman gibi kendi yarattığı canavara orantısız ve hukuksuz saldırmasına da karşıyım. Her gün cemaate yakın bir başka iş yerine, basın kurumuna, oluşuma veya kişiye saldıranları destekleyenleri de bel kemiksiz bir biat içinde görüyorum. Ama onların da her söyleyeceğinin serbestçe söylenmesi için imkanları yaratmak benim sorumluluğum. Cemaate saldıranlar saçmalıyorlar, ve fakat devam etmeliler.

Kürtler ile ilgili bu ülkenin %70 ya da %80'i aynı fikirde: Kürtlere fazla yaklaşırsan, fazla "müsamaha" gösterirsen daha fazlasını isterler. Dil özgürlüğü versen, federasyon ister, federasyon versen toprak ister, toprak versen daha fazla toprak ister. Bu cümlede "Kürtler" yerine ister Ruslar koy, ister Aleviler koy, ister Rumlar koy, ne koyarsan koy değişmeyecek tek şey var. O koyduğun kelime neyse sen onu sevmiyorsun. Sevmediğin bir gruptan sana saygı göstermesini, senin büyüklüğünü koşulsuz kabul etmesini istiyorsun ki kardeşçe bir hayat kurulabilsin. Yani ağabey-kardeşçe bir hayat, ağabey yani ağa bey benim kardeş sensin hayatı. Ama bu topraklarda ağabeylik küçüğü ezerek değil, onu destekleyerek olur. Bunu yazdığım için bana da kızıyorsun, ve kızmalısın, niye kızdığını da açık seçik söylemelisin. Bence saçmalayacaksın, ve fakat devam etmelisin.

İlber Ortaylı'nın bir veya iki kitabını okuduysan bu topraklarda batı kurumlarına ilginin Osmanlı zamanında geliştiğini bilirsin. Ama iktidar yanlılarında bütün batı hayranlığının sadece Atatürk döneminde var olduğuna dair bir yanılgı var. Sabah akşam İran, Arap hayranlığı yapan bir toplumu Gazi'nin bir gecede ideallerinden koparttığını sanıyorsan saçmalıyorsun, ve fakat buna devam etmelisin.

Akit gazetesi Atatürk'ün ölüm yılına "zulmün bitişi" dedi. Kampanyalara imzalar attın, "Nasıl olur da böyle söylerler" dedin, aklınca "Ak İt" diyerek aşağıladın (ki ak beyaz demektir, it de çok güzel bir hayvandır). Ben buna hakaret dememenin ötesinde, açıklamayı tamamen ifade özgürlüğü içinde görürüm. Saçmalıyor, ve fakat devam etmeli.

Fikri fikirle susturmayı öğrenebilmek için, insanlar karşınızda saçmaladıklarında, sözlerinin kesilmemesini sağlamak zorundasınız. Yoksa kısır döngüden çıkmanın tek yolu kalıyor o da şiddet. Ve şiddetin savunmada değil saldırıda olanı hiçbir zaman kazanmıyor.

Hepinize süper günler,
Cihan

15 Kasım 2015 Pazar

Je suis un enfant / Ben bir çocuğum

Dedem ölür ağlamazsınız, benim hastalığımda yüreğiniz burkulur.

Her yıl 7 milyon benden ölür. Benden her bir tane öldüğünde bir kaç aile kahrolur. Sonra hayatına devam eder. Yetişkinler ölür, benler ortada kalır.

Size geçen sene "Tanrı'ya her şeyi söyleyeceğimi" söylemiştim. Dinlemediniz. O da dinlemedi. Bu sene de 7 milyonumuz gitti.

Sizler bilmediğiniz şeyleri bilmezsiniz, bildiklerinizin bir kısmı yanlıştır. Bildikleriniz doğruları da onları bilmeyenleri ezmek için kullanırsınız. Ben hiçbir şey bilmeyerek geldim, ben de ezmeyi bilirim ama ezilene üzülmemeyi sizden öğrendim.

Her biri bir evlat, bazıları anne/baba, çoğu kardeş, hepsi arkadaş olan yetişkinler ölünce, kiminiz üzülür, kiminiz umursamaz, kiminiz "iyi oldu, hak etmişti" der. Ben üzülürüm. Kimimiz hayvan öldürür ve umursamaz, ama hiçbirimiz insan ölümünden zafer çıkarmayız.

Ben doğduğumda, ne milliyetim ne de dinim vardı. Her yıl doğan 140 milyon bebeğin hiçbirinin dini, milliyeti yok, renginden de haberi yok. Onları siz veriyorsunuz bize, ve sadece size verildiği için. Çoğunuz, inandığı dini kulaktan dolma bilgi ve anekdotlardan biliyor ve sorgulanmasından nefret ediyor. Hepiniz için mutlak doğru dininiz. Ama dininizin de bir bel kemiği olsa keşke. Mormonlar aşırı, Protestanlar imansız, Katolikler tutucu hiçbiri gerçek Hristiyan değil, hepsi kendine göre mutlak doğru. Şii, alevi, terörist, hırsız gerçek Müslüman değil. Kim karar verme hakkına sahip gerçek dindarla ilgili? Kriteri nedir?

Ankara'da yüzler öldü, dua ettiniz; Paris'te bombalar patladı PrayforParis (Paris için dua et) dediniz, Çanakkale şehitlerine milletçe duacıyız. Her dinin mensubu kendi peygamberine yüzyıllardır dua ediyor. Peygamberlerinizin hepsi ömrünün çoğunu yakararak geçirdi. İyiye mi gidiyor dünya? 6 milyon mu ölüyoruz? 5'e mi düştü ölümlerimiz?

Yakaran milyarlarca insan var dünyada ve biz her sene daha çok ölüyoruz. Eğer yukarıda her şeye gücü yeten, her şeye aklı yeten ve adil bir güç varsa, inanın siz dua etmeseniz de gereğini yapar ve yapıyordur. Yoksa zaten vaktinizi boşa harcıyorsunuz.

Hepinize süper günler,
Cihan





6 Kasım 2015 Cuma

Neden Yazıyorsun?

Çok akıllı biri "Şu anda birinin tam da duymaya ihtiyacı olan şey belki de benim yazacağımdır" diye cevap vermiş bu soruya. Güzel bir cevap. Gerçekten de birileri sürekli birilerinin yazdıklarında can buluyor, kendi canlarını.

Cumhurbaşkanını yazıyor bir tanesi, saygıya şayan bir adanmışlık ve teslimiyetle. İnanıyor O'nun yokluğunda 1000 yıllık devlet geleneği olan milletin sırtüstü düşeceğine. Ama buna çok fazla inanan var. O sadece kendi gözünden nasıl gözüktüğünü ve bu konuyu nasıl en iyi kendisinin anlatacağını ifşa etmek istiyor. Davasına hizmet etmek istiyor.

Kürtlerin sıkıntılarını anlatıyor bir diğeri. 100 belki 5 000 yıldır onların bir eli yağda bir eli baldaymış da, daha şimdi zora düşmüşler ve bunu ilk fark eden kendisiymiş gibi. 38'de ne olduğunu yaşamayan 80'de, 80'de ne olduğunu bilmeyen 90'larda, 90'larda ne olduğunu bilmeyen Cizre'lerde Silvan'larda bugün ne olduğunu anlatıyor kendi tarafından. Asıl doğruyu gösterme derdiyle. Doğru olan resmi düşünce değil, Kürt milliyetçisinin görüşü değil, PKK'nın görüşü değil, viski içip HDP'ye oy atanın görüşü değil, kendi görüşü olduğu için.

Güzel olanı kendini sanata vermiş, taşıyamadığı ağırlığı, yapabildiğiyle anlatıyor. Film çekiyor, besteliyor, şiir yazıyor, heykel yapıyor, kitap basıyor. Bazen kendisi beğeniyor yaptığını, bazen başkaları beğeniyor. Bazen acımasızca eleştiriliyor, bazen hapsediliyor. Ama yine de kusuyor içini. Kendini.

Birkaçı (ama oldukça fazlası) yapanı da yapmayanı da, söyleyeni de söylemeyeni de, susanı da susmayanı da, kaçanı da savaşanı da yerin dibine sokuyor. Umudu kalmamış, kızıyor kendisi kabullenmişken direnene... "Anlamıyorlar beyhude uğraştıklarını" diyor.

"Atatürk de Atatürk" diyor iyi eğitilmişi. "Geçmişi de gördü, geleceği de gördü, benim görmediğimi de gördü" diyor. Zannediyor ki kendisi Gazi'yi savunmazsa 50 seneye küresel ısınma sahne almadan, Atasızlıktan mahvolacak dünya. Hiç kimse Atatürk için kitap yazmamış, şiir okumamış gibi. "Ben bunları düzeltirim" diyor.

Okuyan da yazan da aslında kendi canını buluyor. Kendi canından bir şeyler katıyor inandığına ve anladığı kadarıyla. Ve belki hep bunlar kilometrelerce yolun arpa boyu bile olmayan taşlarını döşüyor.

Hepinize süper günler,
Cihan

30 Ekim 2015 Cuma

Oyum Demirtaş'a

Anadolu toprağının eğitilmemişiyle filozofunun ortak özelliği, kibirden hoşlanmaması ve mazlumun yanında durmasıdır bana sorarsan.

Ökçesi delik yazar sokak ortasında vurulunca, birbirine "Ermeni dölü" diye aklınca hakaret eden toplumdan "hepimiz Ermeniyiz" diyen bir güruh çıkar. "Affetmedi bu Ermeni vatandaş, Kürt Dağları'nda babasının kesilmesini, fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin, bu karayı sürenleri Türk Halkının alnına" dediği gibi Nazım Hikmet'in. Bu benim Demirtaş'a oy verme sebeplerimden biri olacak Pazar günü. 102 canın gittiği yerde, "asker de biziz polis de biziz, Kürt de biziz Türk de biziz" diyen adama yüklenirsen, o adam ne olursa olsun ben onun yanındayım.

Yetmez ama evetçilere bir sitem var. Erdoğan'ın sinsi planına uyup 12 Eylül'ün yargılanması ve yargının siyasetin emrine verilmesini paket yapıp yutturmasına uyanamadılar diyorlar. Kötü niyeti görmediler diyorlar. "Evet" diyemedim, yargı bağımsızlığını önemsediğimden, niyet okuduğumdan değil. Sadece konunun paket olmasından. Seçme şansım varmış gibi hissetmediğimden olumsuz yaklaştım. Ama eminim 12 Eylül'ün detayını yaşamış, ya da yakından bilen insanlar "yetmez ama evet" dedi. Yetmez ama evetçilere yüklenmeyi tam Nasreddin Hoca'nın "Hırsızın hiç mi suçu yok" hikayesine benzetiyorum. O insanlar o dönemin iktidarına 12 Eylül'ü yargılama ve ne yazık ki bununla paket olarak yargıyı "kafalarına göre" tasarlama imkanı verdiler. "Gidin kafanıza göre yargıya müdahale edin" demediler. "Vesayet sizi ezecekse biz yanınızdayız" dediler. Tıpkı Hoca'nın kapıyı kilitlemediğinde "Buyrun sayın hırsız evi soyun" demediği gibi. Uzun lafın kısası niyet okumaları samimiyetsiz, uyanıklıkları şüpheci buluyorum. Bu nedenle bana göre bugün iktidarı bol mizahlı, zekice eleştiren Demirtaş'ın "İnadına Barış" demesi çok hoş. Belki haddim de olmayarak gururlanıyorum "bu bakış açısı bizim topraktan çıktı, biz bununla anlaşabiliyoruz" diye. Yarın çıkıp ben terörden yanayım derse bu benim değil, O'nun hatası olur. O yüzden kendimi kasmayıp, içimden geçenleri söyleyeni öteyi beriyi düşünmeden destekliyorum.

Doğan Cüceloğlu, "Damdan düşen Psikolog" adlı söyleşi tarzı biyografisinde, benim çok hayret ettiğim ve Amerika'da önemli destek gören bireysel silahlanma ile ilgili bir açıklama getiriyor: "Yarın bir gün devletin başına bir çılgın geçip silahla bizi yola sokmaya kalkarsa elimizde bir şey olsun" mantığı. Cana ve hayata verdiğim kıymet itibariyle (ama özellikle insan canı, hayvanla bitkide o kadar hassas değilim) son derece karşı olsam da nefsi müdafaa ekseninde anlayabildiğim bir yaklaşım bu. Karşında senden çok güçlü silahlı ve adil olmayan bir güç varsa, sen silaha başvurduğunda buna birileri "terör, ihanet, katliam, soykırım" demiş, seni çok etkilemez. Bu mantıkla tüm ülkelerin elit siyasetçileri "PKK terör örgütüdür" diyor diye, bana göre benim "ülkemdeki Kürt kardeşimin arka cebindeki çakısı" olan PKK'ya birileri terör örgütü demiyor diye bozulmam. Hatta aslında çıkıp da 5 -10 bin militanı olan bir örgütün (ki iki bini son üç ayda başarıyla! katledilmiş) 70 milyonluk ülke için büyük tehdit olduğunu söylemek, bir nevi ülkenin çok zayıf olduğunun itirafı gibi.

Yine Cüceloğlu Einstein'ın sözünü aktarıyor:  <We cannot solve our problems with the same thinking we used when we created them.> "Sorunlarımızı, onlara sebep olan ortamdaki düşünüşümüzle çözemeyiz". Yani PKK'nın ortaya çıkıp güçlendiği ortamın düşünce yapısıyla PKK'yı bertaraf edemeyiz. Bir üst seviyeye çıkmalıyız. "Devlet terör örgütü ile görüşmez" düşüncesini bu iktidar ile aştık. "Kürtçe konuşulmasın" yaklaşımını bu iktidar zamanında aştık. 12 yıldır minik adımlarla ve kayıpsız aylarla kardeşçe yaşadık. Bir adım daha atmaya hazırdık. Belki başkanlık sistemiyle kantondur federasyondur devam edecektik. Öcalan'ı dahi affedecektik belki.Ve affeden İstanbul'da blog yazan sıcak evindeki mühendis değil, yıllar önce yakınını kaybeden ülkücü olacaktı belki. O düzeyden 7 Haziran'da, sorunu yaratan düzeye düştük arka üstü. Bu iktidarın doğrudan muhalifiyim ama 2 icraatını kalben destekledim: Biri kapalı alanda sigara yasağı (Şu an her yerde deliniyor) biri de Kürt açılımı (şu an kendi destekçileri ve kurucuları tarafından hata olarak nitelendiriliyor). Bu düzeye tekrar dönme lüksümüz yok. "HDP artık barış sürecinin ancak filmini çeker" diyen kibre tahammül edecek halimiz yok. Bu yüzden HDP'ye oy vereceğim.

PKK "Bu devlete güvenilmez" diye eleştiriyor, AKP "törörüst HDPKK" diyor, MHP "Aynı ortamda bulunmam" diyor, Davutoğlu görüşmüyor, CHP'nin önemli kısmı "Önce PKK ile arasına mesafe koysun" diyor. Demirtaş, gülümsüyor ve şikayet etmiyor bu durumdan. Bu yüzden oyum HDP'ye.

Liberal düşünce yapısındayım ve LDP üyesi olmak istiyorum. Geçen seçimde LDP adayı idim CHP'ye oy verdim. LDP'nin, "benim parti barajı aşamayacak diye başka partiye oy vermek, benim çocuğum okuyamaz, başka çocuğun eğitimini üstleneyim demektir" sloganına da hayranım. Ama kalbimdeki LDP'ye yine oy vermeyeceğim, çünkü HDP kadar üzerine oynanmıyor. Bir partinin üzerine oynanmasıyla da derdim yok ama, belden aşağı vurarak yapılmasını hazmedemiyorum. O yüzden oyum HDP'ye.

Çok klişe ama "Benim Kürt arkadaşım var "da diyeceğim. Eğitimli de var eğitimsiz de var. Müteahhit Kürt arkadaşım var, göz göze bakışırız birbirimizi ve çocuklarımızı severiz. Çay veren ablam var kalp kalbe konuşuruz. Bana "hep iyiyi düşünüyorum, sen de öyle yap" der. Bu yüzden oyum HDP'ye.

Siz tabi hepiniz kendi doğrularınızla, beni eleştirin, isterseniz küfredin ve gönlünüzden geçen partinize oy verin. Ama bencilliğin tanımını unutmayın: "Bencillik kendi istediğini yapmak demek değildir, başkasını sizin istediğinizi yapmaya zorlamaktır!"

Hepinize süper günler,
Cihan




16 Ekim 2015 Cuma

İfade Fedaileri

Erdoğan Ermenistan ile ilişkileri düzeltmek istediği zaman dedeme "Adamlar bize katilsiniz diyor biz onlarla açılım yapmaya çalışıyoruz" dediğimde "Hee kestik" demişti. Sesinde bundan gurur duymadığı belliydi ama çok da utanıyormuş gibi bir hali yoktu. Daha çok benim bunu bilmememe şaşırmış gibiydi.

Olayın üzerinden 100 yıl geçti hala bu konuda konuşulamıyor. Bunu ifade özgürlüğü kapsamında belirten Orhan Pamuk da ihanetle suçlanıyor. Daha önce de üzerinde durduğum bu konuya tekrar girmeyeceğim.

Dün bir TV programında bir vatandaş "PKK terör örgütü değildir" dedi diye toplu taarruza maruz kaldı. Neymiş efendim bütün dünya terör örgütü diyormuş. Desin. Demeyenler de var. En azından PKK lılar demiyor. Yakını PKK'ya katılmış olan demiyor. Bazı sol görüşlü yabancılar demiyor. Polisten işkence görmüş Kürt çocuk demiyor. Dünyada milyarlarca insan PKK adını dahi duymamış. Demek ki bütün dünya PKK terör örgütüdür demiyor. Velev ki dedi, birileri kabul etmeyebilir. İfade özgürlüğü zaten herkes aynı fikirde birleşsin diye değil, farklı fikirler konuşulabilsin diye var. "Koyun kurd ile gezerdi, fikir başka başk'olmasa".

İsviçre'de ifade özgürlüğünü yok sayan bir yasa çıktı. Ermeni soykırımını reddetmek suç sayıldı. Perinçek de gitti İsviçre'de bu "suç"u işledi ve mahkum oldu. AİHM'e gitti. Kazandı, temyiz edildi, yine kazandı. Ne kazandı ve kim kazandı çok iyi görmek lazım. Bu olayı ülkemizde şöyle yorumluyoruz: "Perinçek Ermeni soykırımı yoktur dedi ve davayı kazandı, demek ki AİHM Ermeni soykırımının yalan olduğunu tasdik etti". Bu ifade konunun tam bir şark kurnazlığıyla çarpıtılması.

Biraz bu fikri ezmek için alaycı yazmak zorundayım, gerçekte olan şu: Tamamı Türk düşmanı ve Ermeni dostu olan zalim Batı'nın para kasası olan İsviçre Konfederasyonunun alenen suç dediği eylemi adamın kameraları önünde yaptın (polis copu iteleme kakalamaya uğramadan), mahkemeye verildin ve paralel olmayan hukuku seni mahkum etti. Tamamı İsrail Ermeni ve Papa uşağı sandığın Avrupa'nın en yüksek mahkemesi dedi ki, İsviçre Devleti ifade özgürlüğü bakımından haksızdır. Temyizde de Büyük Daire (ki sana göre kesin masondur) de olayın nefret suçu değil, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini yediye karşı on oyla söyledi. Demek ki neymiş, ifade özgürlüğünü özgürce seçtiğin vekillerinle, özgürce yazdığın yasalarına karşı da korumazsan, ifade özgürlüğü oturmuyormuş. Bir önemli ders de hukukun yaptığı hatayı, hukuk düzeltiyormuş. Emsal teşkil eden bir karar.

Bizim ailemizde başlayan yaklaşımsa ifade fedailiği. Çok okumadığımız için, çok bildiğimizi sanıyoruz. Emin olduğumuz ve kendimizle özdeşleştirdiğimiz düşüncelerimizi sakin sakin savunamadığımız zaman sinirleniyoruz. Böyle olunca ifade fedailiğine başlıyoruz: "Küçükler bilmez, ben öyle diyorsam öyle, bunu herkes bilir, PKK'ya tüm dünya terörist diyor, patron benim o yüzden böyle olacak, benim fikirlerime saygı duymuyorsan demek ki bana da saygı duymuyorsun" tarzı cümlelerin tamamı pasif agresif veya aktif agresif şekilde "ben artık sakince sorgulama gücümü kaybettim, sana bir şeyler dayatma yolunu seçiyorum" demek. Bu fedailik ne yazık ki başarılı oldukça, örnek alınıyor. Emsal teşkil eden bir eylem.

Hepinize süper günler,
Cihan



11 Ekim 2015 Pazar

Bir çocuk adı olarak Barış

Dans gecelerine gittiğim zamanlarda merhabam vardı, çok tanımazdım. Çok iyi dans eder ve hep gülümserdi. Jimnastik de yapardı. Çocuklara da sevdirmek için uğraşıyordu. Kobani'deki çocuklara jimnastik eşyaları ulaştıracak, yeni Koray'lara yardım edecekti. Suruç'ta bomba patladı, yaralandı. Ameliyat üzerine ameliyat oluyor, düzelecek. Ters salto atamayacak belki ama parende atacak eminim. O ben olabilirdim.

Polislik mesleğini yapıyor, çocukken hoşuna giden mesleği belki. Ve belki de olmaması gereken bağlantıları var ya da yok. Belki işkence yaptı, belki de iftiraya uğradı. Ama neticede sistemin ona verdiği işi yapıyor. Kafasına kurşun yedi uyurken, o sen olabilirdin.

Başka biri belki azılı PKK militanıydı. Belki Kürt sanatçıydı. İnfaz edildi, yargılanmadan ve hukukumuzda olmayan şekilde. Ölmesi rahatlatmadı 20'li yaşlarında canavarları. Arabanın arkasına bağladılar, küfürler ederek sürüklediler yollarda. O da yetmedi, çekip yayınladılar. Eski sevgilisi, kardeşi belki anası o görüntüleri gördü. "Ben olsaydım onun yerinde sürüklenen keşke" dedi. Onlar siz olabilirdiniz.

Gazeteci, Gezi olaylarında penguen yayınlayan kanalın programından çıkıp gecenin bir vakti evine ulaşmanın keyfini yaşayacakken, kendine "vatansever" diyen birileri çıkıp darp ediyor. Küfür değil bildiğin tekme tokat. O ben olabilirdim.

Baba oğul barış mitingine gitmeye karar verdiler. Ortalık karışık, ama buralarda olmaz o işler dediler. "Amerika değiliz ki biz gelip uçak patlatsın biri suratımıza" dediler. Annesi babasının yanından ayrılmamasını tembih etti. "Belki polis gaz sıkar ama Ankara'nın göbeğinde başka bir şeye cesaret edemezler" diye avuttu kendini. Hava soğuk değildi pek ama fanilayla hırkayı giymeden gitmesine izin vermedi kuzusunun. Parçalara ayrıldılar, çok iyi bilse de herkes ölü yıkamayı, onları yıkayamayacaklar. Sen ve yavrun olabilirdiniz.

Yüzlerle insan ölüyor aylardır, yüzü o günde öldü. Binlerce sakat kalan, kör olan, sağır olan, kolu kopan, bacağı parçalanan oldu. Hepsi bizdik.

Bizim seçtiğimiz, bizim maaşını verdiğimiz ve saygıda kusur etmediğimiz, saygısızlıklarını hoşgördüklerimiz, bunu yapanı değil, yaptıranı bulacak, bağımsız yargıya teslim edecek, cezasının infaz edecek. Sonra kaldığı yerden ülkede tüm insanların huzur içinde yaşaması için gerekenleri yapacak. Beklenti buyken, "güvenlik zaafı yok" deniyorsa ben buna inanmak zorundayım. Demek ki hedeflenen güvenlik alınmış, olmasına izin verilen de olmuş.

Cihan

13 Eylül 2015 Pazar

Temizlik masalı

"Adım Ali, 17 yaşındayım ve bu coğrafyanın beni var etmeyeceğini adım gibi biliyorum. Biz kalabalık aile seviyoruz buralarda. Kardeş, abla, dayı, amca, teyze, hala hep beraberiz. Rengimiz değişik, inatçıyız. Okula da pek gidemeyiz, ya para yetmez ya felek yar olmaz.

İnançlıyız ve kimseye bir şey dayatmak istemiyoruz. Ama nefes alamadığımda yüreğim öyle kabarıyor ki, füzeyle tank gözüme oyuncak gözüküyor. 48 kiloyum, boyum da kısa olduğu için çelimsiz sayılmam. Taşı sıksam suyunu çıkarırım demeyeyim, taş serttir.

Çocuklukta okumaktı, çalışmaktı her çocuk gibi hayallerim vardı. Nereden geldiğini bilmediğim bombayı mermiyi tanıdıkça hafif hafif soldu onlar. Ne kadar "savaş kötüdür" desen de bir süre sonra başka bakıyorsun olaya.

İlk asker vurduğumda hissettiklerimi anlatamam. İnançlı adamım demiştim. O'nun verdiği canı almıştım. Dedim ki O istemese ben onun canını alamazdım. Nişan alamazdım, tüfek tutukluk yapardı, geldiğini görmezdim. Ama gördüm, aldım, vurdum. Demek ki O razı geldi. Genç de bir askerdi ama üzülmüyorum ona. Onlar bize acıdı mı? Anası babası da vardır ama beni da kaya doğurmadı!

Şimdi burası sıcak, karanlık ve ben damda altı kardeşimle kenara büzüşmüş yatıyorum. Dünyada ne oluyor haberim yok, düşünecek halim de yok. Ama biliyorum ki bu yalan dünyada milyonlarca insan beni terörist bellemiş. Ne yapsam yaranamayacağım onlara.

Neyse ki beni savunan, eline silah almamış, karizmatik liderler de var. Onlar da olmasa at kendini damdan gitsin.

Ama inanıyorum ve biliyorum ki, bir gün gelecek, sıcak evinde oturan asan kesen adam beni kardeşi bilecek, silah satanın maskesi düşecek, yıllar sonra toprağımda dilimi dinimi yaşayacağım, adımdan tenimden ve doğduğum yerden dolayı yargılanmayacağım, çocuklar ölmeyecek, etraf tertemiz olacak ve Filistin'de tüm dağlar çiçek açacak."

Hepinize süper günler,
Cihan








9 Eylül 2015 Çarşamba

Niye Geldiniz?

Duvarında kadife dağ orman halısı, sediri yastığı, yazması, günlük sorumluluklarını yerine getirmiş, ömürlük sorumluluğunun üzerinden kaldırıldığını anlıyor. Askerin varsa ve kapıda subay gördüysen, ne vatan, ne can, ne teskin var artık. Salt acı!

Anne olmak, kalbinin başka bir bedende atmasına razı olmak demek, ve başka bedende durduğunda kendi ölümünü izlemek. Ki kendi ölümünü daha metin karşılayan varsa da, evladı gidenin hali hep aynı oluyor. 

Belki terörist dediğin HDP'ye, belki hain dediğin AKP'ye, belki faşist dediğin MHP'ye ve belki dinsiz dediğin CHP'ye oy verdi o kadın. Belki ortalık tenha olur deyip pikniğe gitti. Ama sen bir oy iki tweet atıp, 4 de beğeni dağıtırken, o canını ateş hattına gönderdi. 

İsteyerek mi gönderdi? Bugün gördüğümüz anket gösterdi ki "hayır". Gördük ki insanımız operasyonlar artsın, teröristlerin üstüne daha çok asker gönderilsin istiyor, ki daha az şehit haberi gelsin. Sadece o gönderilen askerler, bizden komşudan gitmesin de öbür sokaktan gitsin, politikacıdan gitsin mümkünse öbür mahallenin ve öbür şehrin politikacısından. 

Silahtan savaştan nefret ederim. Bir düzeni silahla değiştirmek isteyenle silahla korumak isteyeni aynı kefeye koyamam. Ama oğlunu veya kızını askerde veya dağda kaybeden annenin, farklı acı hissettiğine veya o kadınlardan birinin mukaddes birinin hain olduğuna inanıyorsan, ne çocuk, ne anne nedir en ufak bir fikrin yok demektir. Can tartısı diye birşey neden yok biliyorsun, hepsi bir de ondan. 

Sakın kendini "çok güzel memleketimiz var o yüzden düşmanımız çok" veya "berbat bir coğrafyadayız, ne yapsak boş" diye kandırma. Ne oluyorsa biz yapıyoruz diye oluyor. 

Gazete basıyoruz, çocuk öldürüyoruz, oy veriyoruz, pusu atıyoruz, cam çerçeve indiriyoruz, tehdit ediyoruz, küçümsüyoruz, terörist temizliyoruz, bina yakıyoruz, yola getiriyoruz, kışkırtıyoruz ve tabi ki yargılıyoruz. Hem de o kadar çabuk, o kadar özensiz, o kadar cahil yapıyoruz ki ne yaptığımızla ilgili en ufak bir fikrimiz yok. 

Öyle görünüyor ki ya yeterince anne terliği yememişiz, ya da bu yaşta bile doğruyu görmek için terlik yememiz gerekiyor kafamıza!

Hepinize süper günler,
Cihan








3 Eylül 2015 Perşembe

Seçim

Elini bir kez sobadan yakmış kişinin sobayı ellemeden önce tereddüt etmesi bir seçim midir zorunluluk mu? Ya da daha önce defalarca dayak yemiş birinin yoldan geçen tanımadığı birine efelenmesine tercih denebilir mi?
Karmaşık makinemiz bizim için doğru yolu gösterirken çoğu zaman bize fazla serbestlik tanımıyor. En önemli organımız beynimiz, beynimize sorarsak.
Bakıyoruz kıyıya vurmuş çocuğa yüreğimiz kabarıyor (aslında beynimizdeki kimyasallar daha çok da empatimiz kalp atışımız ve tansiyonumuzu değiştiriyor) ve isyan ediyoruz bilinçsizce. Bilinçsizlik isyanın kendisi değil, yöneldiği mecra ile ilgili. Müslümansak, Hristiyana ve Yahudiye, Türksek "meşhur mihraklara", Batılıysak Işid'e, Yahudiysek Hamas'a, kadınsak erkeğe, çiçeksek koyuna, koyunsak kurda, küçük ve basit beynimizin bize düşman bellettiğine kesiveriyoruz faturayı. Evrimsel faydası da var birilerini düşman bellemenin, dostlarınla kenetlenmeni sağlıyor. Ama dostun bildiğinle kenetlenip düşmanın bildiğine hınçlanınca neredeyse her zaman büyük resmi kaçırıyorsun. 
Dünyadaki tüm "büyük resim" lerden daha önemli ve daha gerçek bir büyük resim var: dünyada her yıl 7 milyon çocuk ölüyor! "Dünyanın en ağır yükü olan genç bedenleri taşıyan tabutların ağırlığı" inan senin tüm haklılıklarından, aidiyetinten ve adaletinden daha önemli.
"Deniz kenarına vurmuş çocuğu balina kadar önemsemiyorsun" diyen "ölüye üzülme" diyor. Berkin'i hatırlatmak için "Fırat da ekmek almaya gidiyordu" diyen "ölüye üzülme" diyor. Şehidine ağlayana "O da başka meslek seçseydi" diyen, madende ölen için "fıtrat diyen", "Mısır'da biri öldüğünde 4 parmak yapıyordun şimdi nerdesin" diyen "ölüye üzülme" diyor. 
Bu "Ölüye Üzülmeme" becerisini (!) topluma yayarsak, korkarım hiç bir şey için kaygılanmamıza gerek kalmayacak. Ve bu bir seçim olacak! 
Hepinize süper günler,
Cihan

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Nefret Propadandası

Sevgimizi ifade edemiyoruz kelimelerle, ama duygusal olduğumuz için bir şekilde açık ediyoruz.

Nefretimizi yaymak içinse tüm dünya edebiyatını bire beş katarak, kattığımız beşin de birinin abartı dördünün yalan olduğuna bakmadan kullanıyoruz.


Bugünlerin moda resmi "Determination under persecution (Kötü muamele altında kararalılık diye çevrilebilir)" Falun Gong üyelerinin maruz kaldıkları zorluklara dikkat çekmek için yapılmış bir tablo. Kimi yerde Çinlilerin Uygur kızına işkencesinin fotoğrafı diye servis ediliyor. Sol Haber'de başka örnekler de yayınlanmış.  Tabi bu resimler sosyal medyada daha da bir "hızlı ve öfkeli" yayılıyor. Birkaç tekrardan sonra tüm Çinlilere küfürler, savaş ilanları başlıyor. Özgür olmalı diye çırpındığımız basının dahi durdurulabileceği yegane yer olan "şiddete çağrı", yapmayan haindir propagandasıyla coşturuluyor. Irkçılığa karşı olacağız şiarıyla bir topluma (ki 1.3 milyar insan) karşı öyle bir dolunuyor ki kendi ülkesinde kendi vatandaşının açtığı Çin lokantasına saldırıyor vatandaş, belki de tekmeliyor kapısını Çin malı ayakkabısıyla.

Nefret sadece aşırı milliyetçiler arasında yayılmıyor. Cinsiyetçiler de çok kızgın. Nasıl olurmuş da ramazan ayında eşcinseller desteklenirmiş, toplum nereye gidiyormuş, ahlakmış filanmış. Bu sefer kimse çıkıp da (en azından benim gördüğüm kadarıyla) 50 kiloluk çocuğu sırtüstü yere indiren TOMA'ya methiye düzmedi ama, kitlesel bir eleştiri de yapılmadı. Eğer evinizde bir vatandaşın 5 metreden polisin plastik mermisine maruz kalmasını engelleyemiyorsanız, dünyanın en kalabalık ordusuna sahip en kalabalık ülkesinin insan haklarına aykırı tutumunu eleştirirken nereye kadar gidebileceğinizi iyi hesap edin.

Hiç anlamadığım bir nefret de bazı başörtülülere olan nefret. Kara çarşaflılara olan, başörtülülere olandan bahsetmiyorum (onlara olan nefret de saçma olmakla birlikte). Çevresi veya bu yıllarda moda olması nedeniyle türban takmış ama insan ve kadın olma özelliği devam ettiği için haliyle topuklu ayakkabı, kot etek giyen veya makyaj yapan kadınlarımıza olan nefret?! "Başını örtüyorsa, 5 vakit namaz da kılmalı, oruç da tutmalı, kahkaha da atmamalı" vs. Bu nefreti sürdürenler eleştirdikleri "kadınlar üzerinden siyaset yapma" hatasına düşmüyor mu?

Toplumun hangi kesiminde olursak olalım, kendimizi nefretlerimizle ortaya koyuyoruz. Sınıfımızı neden nefret ettiğimizle ifade ediyoruz.

Yukarıda bahsedilenler bizim toplumumuzdaki iç nefretler (dışarıya yönelik görünse de aslında iç tribüne oynayan). Bir de dış nefret var ki bugünlerde körüklenen, o çok yakın ve çok tehlikeli. Kimi ciddi kimi mesnetsiz Suriye'ye girme, Esad'dan nefret, YPG'den nefret, IŞID'dan nefret, PYD'den nefret söylemleri yukarıdakiler gibi değil. Çünkü paranoyak müdafaa içgüdüleriyle beslenmiyor bunlar. Daha ziyade psikopat taaruz içgüdüsüyle besleniyor ki bu; başarılı (!) sonuçlanması gelişmiş ülkeler için bile çok zor bir kumar.

"Öfke ile beslenen çocuklar yalnızdırlar" - Aysel Gürel

Hepinize süper günler,
Cihan

8 Haziran 2015 Pazartesi

Onlardan Bahsetmeden Seçim

Bu seçimden zafer filan çıkmadı kimseye. Ama çok sevinilecek veya umut verecek şeyler oldu.

Bir rekor kırıldı mesela: En çok kadın vekilin olacağı parlamento seçildi. 96 kadın vekil. %50 si kadın olan bir toplumda %17 temsil oranı bir rekor olarak çok düşük gözükse de, ataerkil ve muhafazakar bir toplum için iyi bir başlangıç. Seçilmese de LGBT aday gösterildi. Rengarenk kökenlerden insanlar, Romanı, Ermenisi, Kürdü ve muhtemelen alenen söylemese de bazı ateistler meclisi renklendirdi.

Seçim öncesi önemli sivil oluşumlar faaliyette bulundu. Oy ve ötesi gibi...Seçim sonrası için de uzlaşma kültürünü yeniden yeşertebilecek bir aritmetik var. Kullanabilirsek...

Silahın, kavganın, aşağılamanın ve kükremenin değil, esprinin, sağduyunun, tevazuun önünde sonunda hak ettiği değeri göreceğine dair umutlar da tazelendi. 

Ayrı bir parantezi İstanbul İkinci bölgeden beni de aday gösterme nezaketini gösteren LDP'ye açmalıyım. Tesadüfi bir karşılaşma ile beni etkilemiş olan onursal başkanı Besim Tibuk ve Da Vinci sayesinde rönesansa önayak olan şehirlerin, dönemin ticaret erbabı tarafından yönetildiğini öğrenmemle daha özel ilgimi çeken liberalizm bu seçimde ideolojinin yanında (ve hatta önünde) kıvrak zekası, esprili ve mütevazi kampanyası ile en çok da Başkanı Cem Toker ve karşılık/ikbal beklemeden birşeyler yapan üye/adaylarıyla tüm seçmenin dikkatini çekti. 

Birkaç ay önce çocuklarının geleceğinden endişe ederek yurtdışına çıkmayı düşünenle, her musibeti diğer taraftaki "hain"lerden bilen insanların hayata bakışı bu seçimle değişti. 

Yıldızlarıyla, emeklileriyle, isimsiz kahramanları ve sönük kalan bağımsızlarıyla bu seçim bize gösterdi ki anket rakamlarının doğruya çok yakın bir tahminde bulunması bile bu tahmin gerçekleştiğinde toplumca hissedeceklerinizi ifade etmekten çok uzak. 

Hepinize süper günler,
Cihan

22 Mayıs 2015 Cuma

Fare bakışı

Aşırı küçümsenmiş şirin hayvan farenin bakışını fark etmek, bir vahiy, bir aydınlanma gibiydi. 

Ters yönden gelen 50'li yaşlardaki adamın yüzündeki fare bakışında "beni farket" yazıyordu. 

Her gün farklı durumlarda görüyoruz bunu. Bu gece bir şoförün yüzündeydi fare bakışı. 

Vücut yapısı itibariyle farenin omzu başını bir miktar gizler gibidir. Ultraviole ışığı da gördükleri için olsa gerek, ya da belki de genelde sadece tek gözünü gördüğümüzden, nereye odaklandığını anlamayız farenin. 

Bizim tür, insan da bu tarz bir bakış geliştirmiş. Yanlış birşey yaptığında, ve bundan gurur duymuyorken, ama saklayamayacağı da kesin olduğu için fare bakışını takınıyor. Seni görüyor, kafası senle meşgul ama sana bakmıyor. Şu mesajların hepsini aynı anda veriyor:
- Hatalıyım
- Saklanacak veya inkar edilecek bir durum yok
- Ama üzerime gelirsen de ters davranacağım 
- Son olarak ve en can alıcı tarafı: ters davranabilirim çünkü herkes yapıyor. 

Eminim fare bu tarz bakarken bu kadar sinsi düşünceler içinde değil. Böylesi sinsilikler sadece iyi eğitimle edinilir. Ama bizim tür bu bakışı ya içgüdüsel biliyor ya da çok erken öğreniyor. "İkimiz de durumun farkındayız, işleri tırmandırmadan idare edelim" mantığı çok sık karşılık buluyor. Karşılık bulduğu için de yaygınlaşıyor. 

Şoför ters yöne girerken, satıcı malının hatasını kapatmaya çalışırken, öğretmen bilmiyorum demek yerine bir cevap uydururken, eşinin sorusundan kaytarmaya çalışırken, (siyasiler fare bakışı atmıyor, onların prompterleri var) gammazcı olmamak adına bir pisliği açığa çıkarmazken, iki kişinin de farkında olduğu bir yalanı karşılıklı biraz daha yaşamak isterken sinsi fare bakışını yarı isteyerek yarı istemeyerek takınıyoruz. Farkedildiğimizi bilerek ya da farkedilmek isteyerek. Belki de "bak ben de senin gibi saçma hataları olan biriyim, beni kabul et" der gibi. 

Toplum baskısına boyun eğmiş insanların (ki bazılarımız  her konuda, hepimiz bazı konularda boyun eğiyoruz) samimiyetsizlik ve içi dışı bir olamama durumunu böyle dışa vuruyoruz. Ve herkes de bunun farkında...

Hepinize süper günler,
Cihan

21 Mart 2015 Cumartesi

Burhan Yün

Bu sözü ilk olarak Matrix üçlemesinin birinde duyduğumu sanıyorum ama doğrulama fırsatı bulamadım: "Taklit, teveccühün en samimi halidir" (Imitation is the sincerest form of flattery). Daha eskiden de bilinen, benzerleri tekrarlanan bir kavramsa da, tam tamına bu şekilde ifade eden ilk kişi 1800 lü yıllarda, içinde "birçoklarına karşı sorumluluğunuz varsa bu sorumlulukları herhangi birine karşı yerine getirmeyi, tümünü yerine getirmek gücünüz dahilinde oluncaya kadar ertelemek akıllıca olur; aksi takdirde verdiklerinizle, tuttuklarınızla edineceğinizden çok daha fazla düşman edinirsiniz" sözünü de içeren kitabın yazarı Charles Caleb Colton.

Çocukluğumda sıkça yaptığım ve o zamana göre çok normal bulduğum, yakın geçmişte beni çok rahatsız eden, şimdilerde kabullenmenin huzuruyla bir oyun olarak devam ettirdiğim etrafımdaki beni etkileyen insanları taklit etme alışkanlığım, belki de bu sözü duyduğumdan beri barıştığım bir yanım. Yakın zamanda son kitabını okumayı bitirdiğim, ki bu kitabını daha öncekiler gibi dura bekleye, düşüne irdeleye değil de bir çırpıda okudum, yazarı taklit etme fikriyle de aynı sebepten barışığım.

En mükemmel taklit bile orjinaline nazaran çirkin olduğu için, taklit ederken iyi bir iş çıkarma kaygısına düşmezsiniz. Bazan kötü hatta berbat bir taklit çok daha iyi bir etki oluşturabilir. Ama taklitin asıl büyük gizemi ve muhteşemliği, çocukluktan başlayarak ve özellikle çocuklukta en iyi öğrenme yolu olmasıdır.4-5 aylık bir bebek, oluşmamış sinir sistemi ve gelişmemiş motor hareketleriyle sizi veya etrafını taklit etmeye çalışmıyorsa ciddi bir gelişim problemi olması ihtimali vardır.

Yaşadığımız coğrafyanın, benim doğumumdan önce de, orta yaş bunalımıma girdiğimi düşündüğüm bugünlerinde de kafasının içinde ne kadar aynı, etrafınındaki ilişkilerin görünümü ve teknolojinin gelişimi ile ne kadar farklı olduğunu anlatmış. İçten görünmeye çalışan ve aslında kötü niyetle değil de toplum baskısı altında ezilmişlikle sergilediğimiz resmi yani sahte yüzümüzü nasıl ifşa ettiğimizi bir kaç kez vurgulamış. Daha önceki kitapları ile karşılaştırılamayacak kadar akıcı, diğerlerinden çok daha duygusal (bir yerinde katıla katıla ağladım) bir kitap olmuş.

Diğer kitaplarında da olduğu gibi, bu kitabı da okurken insan yaptığı her şeyin, etrafında kendisini tıpkı yazar gibi ufak bir çocuğun masumiyetinde gözlemci, dokuz kişiden oluşan veteran bilim insanlarından oluşmuş bir konsültasyon ekibinin analitik gözleriyle izlendiğini, ve tüm yaptıklarının bir gün, kitaptaki karakterlerin yaşadığı gibi tekrar tekrar önüne getirileceğini düşünüyor. Bu his hem esere saygı, hem de herkesin içindekileri biraz açık ettiğinden bir özeleştiri ve kendini değerlendirme fırsatı yaratıyor.

Kendimize yaptığımız bazı haksızlıklarımızı, kendimize hak gördüğümüz bazı saçmalıklarımızı yüzümüze vuruyor.

Özellikle kızlarından bahsederken kurduğu harika bir cümleyi, üzerine bir yazı daha yazmayı düşündüğüm için ve kitabı okumamış olanları hazırlayıp etkisini azaltmak istemediğinden buraya yazmıyorum. Ama eminim okuyanlar hangi cümleyi kastettiğimi söylenmeden farketmişlerdir.

İstanbul bugünkü haliyle bile güzel ve etkileyici iken daha bakir ve samimi halini gören ve yaşayan her duygusal insan gibi yazar da İstanbul'u kafamıza kazıma uğraşından vazgeçmiyor, ki saygı duyduğum bir yanı. Ama beni daha çok etkileyen özellikle bu kitapta, içimize işlediği için o kadar da çarpık olduğunu anlamadığımız çarpıklıklarımızı, hayatımızın doğallığı içinde bizi de fazla rencide etmeden anlatıyor ki bu yüzden bazı kısımlarda kitabı sırf çabuk bitmesin diye yavaş okudum.

Bundan 200 300 yıl sonra da bu coğrafyada yetişen çok büyük edebi şahsiyetlerden biri olarak kabul edilebileceğini sandığım yazara yapılan haksızlıklar konusunda da biraz içim burkuldu ve utandım.

Hepinize süper günler,
Burhan Yün

8 Mart 2015 Pazar

Kadınım

Senin için korkmuyorum kadınım!

Sen doğumunla sevinilmeyen, varlığınla tedirgin olunan, buna aldırmadan doğan, bunu öğrenip de yıkılmayan, "yarış"a geriden başlayansın.

Ben senin varlığından, varolacağından habersizken bile bana ihtiyacın olmamış, şimdi mi bana muhtaç olacaksın?

Önüne çıkan engellerden, kafana işlenen bariyerlerden, ruhuna ekilen dertlerden ben olmadan sıyrılırsın. Çünkü ben zaten senin yaşadığın olumsuzlukların, benim görmeme izin verdiklerinin sadece birazını görürüm. O da şanslıysam!

Görmek de işime gelmez, doğmadan bana verilen abartı kıymetin keyfini sürmek varken niye yorayım kendimi? Neticede ben mühim adamım sense sadece kadın! Ama seni önemsemek kollamak bile bana prim yaptırır. "Ne erkek ama" derler.

15 milyonluk şehre cengaver gibi 5 ay önce kordonunla besleneni bırakır dalarsın, otobüste sıkışır, iş hayatında şahlanırsın, eve gelirsin, "bu çocuğu yedirmiyor musun?" derler. Evde oturup yavruna baksan, "sen değiştin" derler. Neyse ki donanımlısın. Önemli olanı kimseden öğrenmene gerek kalmaz.

Senin için korkmuyorum, çünkü sen zorlukların sertleştirdiği, doğanın katılaşmasına izin vermediği hayatın vazgeçilmez ikilisinin birisin. Milyonlarca yıldır yolunu çizdin, yine çizersin. Sen de çizersin kızın da, oğlun da.

Kendim için korkarım. Hakettiğini verebilmekten değil, haketmediğini yaşatmaktan.

8 Mart Kadınlar günün kutlu olsun!

Hepinize süper günler,
Cihan

19 Şubat 2015 Perşembe

Yabancılık hissi

Övünmek gibi olmasın üniversitesi sınavında Türkiye 53.'sü olmuş, İTÜ Makine Mühendisliğini 2. bitirmiş, MIT'de lisans üstü yapmış bir dayım var. Yavaş konuşur, esprili sakin ve fazlasıyla zeki bir insandır. Yıllar önce yurt dışında uzun yıllar kaldığı için ülkesini çok özleyip özlemediğini sormuştum. Bana "bazan Türkiye'de İngiltere'de olduğumdan daha yabancı hissediyorum kendimi" demişti.

Bir çok söylediği gibi bundan da çok etkilenmiştim ama ileride (şu günlerde) bu söze bu kadar içten katılacağımı tahmin etmemiştim.

Ülkenin büyük çoğunluğunun nefretini kazanan genç kızın katlinde bile "ne fırsat çıksa da yönetime yalaklansam" diye düşünüp duran bazı zihniyetlerin "Amerika'da da oluyor" diye mesajlar vermesine nasıl yakın hissedeyim? Evet belki dünyanın her yerinde bunlar oluyor ama acaba bunların olduğu hangi ülkede insanlar "başka yerlerde de oluyor" diyerek avunabiliyor?

Herkeste bir idam özlemi ve şiddet aşkı. Sanki o kızcağızın ölümünün sebebi hepimizin iliklerine işleyen ve işletilen öfkeli şiddet hayranlığı değilmiş gibi. Sanki (bir radyo programcısının söylediği gibi) idam geri gelince fikirlerini söyleyen yazarlar üniversite öğrencileri değil de tecavüzcüler kâtiller asılacakmış gibi. Sanki idamın olduğu ülkelerde yaşam hakkı göklerde, taciz ve suç oranları yerlerdeymiş gibi. Bu yaklaşımlara nasıl yakınlık hissedeyim?

Küçükken ben de (hatta şimdilerde de) kartopu oynardım. Maçlara gittiğimde, okul çıkışı bıçaklı kavgaları duyduğumda ölebileceğimi düşünüp ürperdiğim olmuştur ama, 17 yaşındakilerin kız meselesi veya genç holiganların maç sonu kavgası değil de kartopu meselesinden birilerinin ölebileceğine hiç ihtimal vermezdim. Nazım Alpman'ın hatırlattığı gibi "Esnaf, ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir! Gerektiğinde asayişi temin eden polistir, gerektiğinde askerdir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir!" diyen yönetici bu işte en ufak bir sorumluluk hissetmeyecek midir? Hele ki ABD Başkanı'nı kastederek "‘Ne zaman sesiniz çıkacak? Bunlar sizin ülkenizin vatandaşı değil mi?' dedik. Üç saat sonra ses çıktı." deyip sonra Özgecan ile ilgili açıklamalarında yine yargıya sopa sallayan anlayışla nasıl empati kurabilirim?

Yakın bir arkadaşımın doğru bir şekilde tespit ettiği gibi kendimi İsveç'li zannediyorum. Ülkemin vatandaşı olmaktan gurur duyabileceğim şeyler de oluyor belki ama nedense ikinci vatanım dediğim İsveç'te kendimi daha az yabancı hissedeceğimi düşünüyorum.

Nasıl olacağını bilmeden hepinize süper günler diliyorum,
Cihan

8 Şubat 2015 Pazar

Geliştik

Avrupa'da veya Amerika'da çıkan cep telefonunu çıktığı gün alınca memleketin ulaştığı gelişmişlik düzeyine şapka çıkarıyoruz. Yabancı sermayeyle, yabancı müteahhitin yapıp, işletip devrettiği metroyu havaalanını, birbirimize üstünlük taslamak için ağzımıza sakız ediyoruz. Tekniğin ve teknolojinin dünya çapında sermaye devlerince her köşeye dağıtılmasını, kendi başarımız sanıyoruz. Bunlardan yoksun olmak da elbet bir övünç kaynağı değil ve tabi ki bu nimetlerden vazgeçmemiz de zor, keyfine varmamamız da. Ama bunu biz yaptık sanmamız ne yazık ki büyük ve yakın zamanda komşumuz Yunanistan'ın yataktan düşerek uyandığı bir rüya.

Rönesans'a kadar, Bizans'ın devamı sayılan Osmanlı'ya hayranlık, gıpta ve korkuyla bakan Avrupa'nın özellikle son 2 3 asırdır dünyanın zenginliğinin merkezi olmasını ne kaynakları, ne çalışkanlığı ne zekasıyla açıklayamıyorum. Kaynaklarla olsa Araplar, çalışkanlıkla olsaydı Kürtler, zeka ile olsaydı Türkler şu an bulundukları gelişmişliğin kat be kat ötesinde olurdu.

Özgür düşünceyi sahiplenmeyen toplumlar, sağlam gelenekçilikleri ve sürekli çalışmalarıyla mucizeler yaratabiliyorlar. Ama bizim coğrafyamızda gelenekçilik de çalışma alışkanlığı da saman alevi gibi parlayıp, çıkara dokununca duman oluyor.

Aykırı olanı, tuhaf olanı, saçma görüneni irdelemeyip dışlayınca, incelemeden reddedince büyük cevherleri ortaya çıkmadan köreltiyoruz. Bağnaz, korkak, güvensiz elemanları; vizyonsuz, güçlenince diktatörleşen, ahlaki temellerinde arızalar olan liderlerin eline bırakıyoruz.

Toplumların gelişmişliklerinin iki hali var: görünen gelişmişlik ve iç gelişmişlik. 

15. Yüzyılda Da Vinci gibi kafirleri yakmayan İtalyanların ofisleriyle 21. Yüzyılda tweeter içerik engellemelerinde dünya birincisi olan bizim holding ofisleri birbirinden farklı değil ama içsel gelişmişlik açısından arada 500 yıldan fazla var. 

Hepinize süper günler,
Cihan

21 Ocak 2015 Çarşamba

Last Hope

I am aware that I am way over my league (predisposedly, I focused on how the effects, music and dialogues were recorded and I must say the first word that came to my mind was "natural" which for me is one of the biggest praises possible), when I pull up my sleeves to write my opinions about a movie and doing it in English. But the story here has more angles to it than merely evaluating or criticizing a relatively more technological form of the fine arts.

It starts about 3 years ago in Turkey when a fine educated single lady meets a  fine young tasteful lady who happens to visit a country not quite similar and not quite close to hers. They somehow "click" and the educated lady introduces the travelling kebab taster to her son's family. The second level "click" paves the  path to an occasional but frank chat friendship. As all chat buddies do, one of the chatters proposes that the other meets her friends in Istanbul. 

The two extremely good looking couples (the son and the friends of friend) have a lovely evening together and one of the inevitable results of the fine evening is that the son and his wife decide they HAVE TO see the movie named "The Water Diviner".  All of these loosely connected events take place with considerable time lapses and from over 15 000 kilometers. 

The movie is one of the most realistically filmed about the state and consequences of war. It is about a father looking for his sons who never returned from the Turkish front during WW1. If you disregard the typical way-too-many coincidences that is probably essential to make a movie interesting for millions from all ages; the plain and direct exposure to the feelings of the people at war and people with loved ones at war, was fascinating.

The movie takes you close enough to the traumas of the people at war so you can relate (and cry if you are a bit sentimental especially toward kids), but not too close so that you are not overwhelmed with terror.

You realize how stupid and human it is to fight people you do not know, at places you have never been to before (I mean this for both sides as it wasn't just the natives of Canakkale who was at the defence) for reasons you don't totally understand. You also see how silly and human it is to connect to people whom you have every reason to hate or in best case have no common interests or past whatsoever.

It looks like it is and has always been in our hands as people to choose between building friendship bridges over oceans and mountains that are thousands of kilometers apart or kill and get killed as hard as we can. The Anzacs and us seem to have done it in the past and for my part I am happy that we are still doing well at only the bridges part of the story.

Best of days to you all,
Cihan