Bu Blogda Ara

21 Mart 2015 Cumartesi

Burhan Yün

Bu sözü ilk olarak Matrix üçlemesinin birinde duyduğumu sanıyorum ama doğrulama fırsatı bulamadım: "Taklit, teveccühün en samimi halidir" (Imitation is the sincerest form of flattery). Daha eskiden de bilinen, benzerleri tekrarlanan bir kavramsa da, tam tamına bu şekilde ifade eden ilk kişi 1800 lü yıllarda, içinde "birçoklarına karşı sorumluluğunuz varsa bu sorumlulukları herhangi birine karşı yerine getirmeyi, tümünü yerine getirmek gücünüz dahilinde oluncaya kadar ertelemek akıllıca olur; aksi takdirde verdiklerinizle, tuttuklarınızla edineceğinizden çok daha fazla düşman edinirsiniz" sözünü de içeren kitabın yazarı Charles Caleb Colton.

Çocukluğumda sıkça yaptığım ve o zamana göre çok normal bulduğum, yakın geçmişte beni çok rahatsız eden, şimdilerde kabullenmenin huzuruyla bir oyun olarak devam ettirdiğim etrafımdaki beni etkileyen insanları taklit etme alışkanlığım, belki de bu sözü duyduğumdan beri barıştığım bir yanım. Yakın zamanda son kitabını okumayı bitirdiğim, ki bu kitabını daha öncekiler gibi dura bekleye, düşüne irdeleye değil de bir çırpıda okudum, yazarı taklit etme fikriyle de aynı sebepten barışığım.

En mükemmel taklit bile orjinaline nazaran çirkin olduğu için, taklit ederken iyi bir iş çıkarma kaygısına düşmezsiniz. Bazan kötü hatta berbat bir taklit çok daha iyi bir etki oluşturabilir. Ama taklitin asıl büyük gizemi ve muhteşemliği, çocukluktan başlayarak ve özellikle çocuklukta en iyi öğrenme yolu olmasıdır.4-5 aylık bir bebek, oluşmamış sinir sistemi ve gelişmemiş motor hareketleriyle sizi veya etrafını taklit etmeye çalışmıyorsa ciddi bir gelişim problemi olması ihtimali vardır.

Yaşadığımız coğrafyanın, benim doğumumdan önce de, orta yaş bunalımıma girdiğimi düşündüğüm bugünlerinde de kafasının içinde ne kadar aynı, etrafınındaki ilişkilerin görünümü ve teknolojinin gelişimi ile ne kadar farklı olduğunu anlatmış. İçten görünmeye çalışan ve aslında kötü niyetle değil de toplum baskısı altında ezilmişlikle sergilediğimiz resmi yani sahte yüzümüzü nasıl ifşa ettiğimizi bir kaç kez vurgulamış. Daha önceki kitapları ile karşılaştırılamayacak kadar akıcı, diğerlerinden çok daha duygusal (bir yerinde katıla katıla ağladım) bir kitap olmuş.

Diğer kitaplarında da olduğu gibi, bu kitabı da okurken insan yaptığı her şeyin, etrafında kendisini tıpkı yazar gibi ufak bir çocuğun masumiyetinde gözlemci, dokuz kişiden oluşan veteran bilim insanlarından oluşmuş bir konsültasyon ekibinin analitik gözleriyle izlendiğini, ve tüm yaptıklarının bir gün, kitaptaki karakterlerin yaşadığı gibi tekrar tekrar önüne getirileceğini düşünüyor. Bu his hem esere saygı, hem de herkesin içindekileri biraz açık ettiğinden bir özeleştiri ve kendini değerlendirme fırsatı yaratıyor.

Kendimize yaptığımız bazı haksızlıklarımızı, kendimize hak gördüğümüz bazı saçmalıklarımızı yüzümüze vuruyor.

Özellikle kızlarından bahsederken kurduğu harika bir cümleyi, üzerine bir yazı daha yazmayı düşündüğüm için ve kitabı okumamış olanları hazırlayıp etkisini azaltmak istemediğinden buraya yazmıyorum. Ama eminim okuyanlar hangi cümleyi kastettiğimi söylenmeden farketmişlerdir.

İstanbul bugünkü haliyle bile güzel ve etkileyici iken daha bakir ve samimi halini gören ve yaşayan her duygusal insan gibi yazar da İstanbul'u kafamıza kazıma uğraşından vazgeçmiyor, ki saygı duyduğum bir yanı. Ama beni daha çok etkileyen özellikle bu kitapta, içimize işlediği için o kadar da çarpık olduğunu anlamadığımız çarpıklıklarımızı, hayatımızın doğallığı içinde bizi de fazla rencide etmeden anlatıyor ki bu yüzden bazı kısımlarda kitabı sırf çabuk bitmesin diye yavaş okudum.

Bundan 200 300 yıl sonra da bu coğrafyada yetişen çok büyük edebi şahsiyetlerden biri olarak kabul edilebileceğini sandığım yazara yapılan haksızlıklar konusunda da biraz içim burkuldu ve utandım.

Hepinize süper günler,
Burhan Yün

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder