Bu Blogda Ara

17 Aralık 2014 Çarşamba

Ölüm

Bu soğuk yazıyı dedemi kaybetmeden önce yazmayı düşünüyordum. Breaking Bad dizisinin etkisiyle... Bir kimya öğretmeni kanser olduğunu öğreniyor ve hayatı kökten değişiyor. 

Yakışmıyor ölüm kimseye, kimse de konduramıyor kendisine öleceğini. Yaşlıların ölümünü daha kolay kabulleniyoruz, ama 100 yıl önce veya ilkel kabilelerde 50 yaşında ölmek belki de sıradan bir olay.

Ölüm yaşamın kaçınılmaz sonucu ve aynı paketteki ikili hediyenin acı tarafı. Ama bir görevi daha var. Yaşamınıza bir ölçü birimi katıyor. Bir ömür diyorsunuz. Hem uzun hem de dolu ömür istiyorsunuz. Ama genelde bunu kendinizle değil başkalarıyla ilgili dillendiriyorsunuz. 

Dizide de olduğu gibi ölümün yaklaştığına emin olduğunuzda, daha pısırık veya daha çekingen olmanız beklenirken tersine daha cesur, daha rahat ve daha özgür oluyorsunuz. Yaş ilerleyince gelen "huysuzluk" da bunun gibi. Başkalarına karşı politik, kibar ve düşünceli olmak yerine kendinize oluyorsunuz. Biraz içinizdeki ihmal edilen insana ve çocuğa ilgi gösteriyorsunuz. Bu aslında bir değişme değil de düzelme bence. 

Dünyanın mı güneşin etrafında güneşin mi dünya etrafında (kimlerin arasında geçtiğini hatırlamadığım bir tartışmada) güneşin dünya etrafında döndüğünü iddia eden kişi bunun aşikar olduğunu çünkü bariz öyle göründüğünü söylüyor. Diğer tartışmacının cevabı "peki dünya güneşin etrafında dönseydi bu nasıl görünürdü?" oluyor. 

Yaşlananlar veya öleceğini öğrenenler (!) aslında hepimizin bildiği bir gerçeğin, gerçekliğinin daha çok farkındalar. 

Siz öleceğinizi öğrenseydiniz nasıl değiştirirsiniz hayatınızı?

Hepinize süper günler,
Cihan

Not: Dedemin öğrenimsiz bilgeliğini, sesini, espri tutkusunu, rahatlığını, sükunetini ve sevgisini çok özleyeceğim. 

10 Aralık 2014 Çarşamba

Özgürlükçü Eğitim

Nabi ağabey demiş ki:

"Bâg-ı dehrin hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rüzigârın görmüşüz

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezâran mest-i mağrûrun humârın görmüşüz"

Bu laikçi, insanı dininden soğutan, içimizdeki büyük gelişme ruhunu ezen yıkılası  -ki yıkıldı- batı özentisi eğitim sisteminde bu şiirleri 30 yıl önce vezniyle beraber öğrendim - o zamanlarda Belediye Başkanı Dalan-. İyi ki de öğrenmişim.

Osmanlıca biliyorum demek çok iddialı bir ifade. İngilizce bilmek gibi değil. Hem Farsça, hem Arapça hem de Türkçe'ye vakıf değilsen, mahcup olabilirsin.

Osmanlıca eğitimi diğer Nabi ağabeyin (Nabi Avcı) dediğine göre çok eski bir tartışma imiş. Ama şu an cereyan ettiği gibi fanatik ve sağırca mı geçiyordu bu tartışma ondan emin değilim.

6 vatandaşından birinin anadilinde merhaba demekten aciz bir milletin eski diller hassasiyetine şüphe ile yaklaşılıyor. Normal olarak. Şahsen iktidarın Osmanlıca kaygısından çok Arap alfabesi öğretip Kur'an eğitiminden prim yapma amacında olduğuna inanıyorum.

Muhalif düşünceler de iktidar kadar uçuk kaçık. Demirtaş "ordunuz gelse kızıma Osmanlıca öğretemez" diyor. Osmanlıca yerine hangi yabancı dili koysanız cümlenin saçmalığı ortaya çıkıyor.

Din şurasında Cumhurbaşkanı "İsteyen herkes Osmanlıca öğ-re-ne-cek!" dedi, kamuoyu cümlenin başındaki "isteyen" kelimesini, belki de haklı gerekçelerle duymadı. Nasıl duysun? Bir taraftan da "kimseyi dinlemeyin, istediklerinizi yerine getirin" dediği için meselenin özgürlük olmadığı açığa çıkıyor.

Temel gerçekleri burada önemle vurgulamak lazım:
1- Hangi dil olursa olsun dil eğitimi iyidir.
2- Karma eğitim iyidir, insanı gerçek hayata hazırlar.
3- Didişme/kamplaşma kötüdür, iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir.
4- Din eğitimi, vicdan işidir, gönüllülükle olur, zorla olmaz, maksadından şaşar.

Eğitim konusunda en temel meselemiz müfredat, kadrolaşma, hangi dili, hangi dini öğrendiğimiz değil; nasıl bir özgüvene sahip, ne kadar özgür düşünceli, ne kadar sorgulayan ve yaptığı işi ne kadar sevebilen öğretmenler ile eğitim yaptığımızdır. Eğitmenlerinizi eğitmediğiniz sürece eğitim konusunda eğitim ihtiyacınız bitmeyecektir.

Hepinize süper günler,
Cihan






26 Kasım 2014 Çarşamba

Feminist

İlkokul çağında bir çocuğa "kadın ve erkek eşittir" deseniz, büyük ihtimalle "ama kızların pipisi yok ki" diye cevaplayan çocuk yaşıtlarından "şapşal mısın kastedilen o değil zaten" anlamında bakışlar alır. 

Erdoğan'ın -Gezi'den beri istikrarlı bir şekilde ortak akla hakaret eder gibi hem tutarsız hem çağdışı açıklamalar yapmasından dolayı- açıklamaları üzerinde ciddi bir şekilde tartışmak pek kolay değil. 

Ama çok önemli bir toplumsal gerçek bu  açıklamanın ardından tekrar günyüzüne çıktı. Türkiye'de en kuvvetli desteğini İslam dininden alan bu bakış açısını çoğunluğun benimsemesi üzücü bir durum. Bunu bir kenara koyalım. Bu görüşe karşı olanların büyük çoğunluğuysa bu ilkel düşünce yapısıyla savaşma hissinde değil, daha ziyade zayıfa karşı bir zulüm yapılmış gibi veya bir eksiklik noksan kişinin yüzüne vurulmuş gibi gördüğü için rahatsız oluyor ki bu daha vahim. Daha vahim olmasının bir sebebi bu görüşteki insanların bu ülkenin çağdaş insanları sınıfındakilerden olması. 

Özdem Sanberk tweeter mesajında "iki erkek de biyolojik olarak birbirine eşit değildir" demiş. Tam konunun kalbi burada! Babam ergenlik çağındayken bana "kadınları gözünde çok büyütme, ama küçümseme de" demişti. Kadınla erkek eşittir, bütünleyicidir veya denktir demek bu ifadeyi tam karşılamıyor. Çünkü özellikle ergenlikte karşı cinse düşkünleştiğiniz zamanda bu ikaz çok önemli. "Kadınları koruyup kollayın", "kadınlara saygı gösterin" ifadelerinin ikisi de cinsiyetçi. Ya senin cinsini ya karşı cinsi küçültmeyi gerektiriyor. Ne kızımı ne oğlumu, ne ben ne de karım yalnız başına yapamazdı. İşin özü bu kadar basit aslında.

"Cennet anaların ayağı altındadır" dediğinizde kadınları yüceltiyor musunuz? Bir daha düşünün. Bence kadınları değil, anne olanları yüceltiyorsunuz, ya da bir kenara ayırıyorsunuz. Anne olmadıysa (ya da olamadıysa) ne hali varsa görsün! 

Evli kadına yan gözle bakılmaz (yani savaş ganimeti değilse tabi) demek evli değilse herşey mübah mı demek?

İnsanları koşullandıran sistem kendi ihtiyaçlarına uygun ve çarpık düşünce yapısına sahip kadın ve erkekler oluşturmaya çalışıyor. Onur kadında da erkekte de eşcinselde de transeksüelde de birebir eşit olduğundan her cins kendini bu koşullarda konumlandırmaya çalışıyor. Ve ne yazık ki kuru toprakta güzel pirinç yetişmiyor. 

İster pasişah olun, ister köylü bir kadın, ister madenci bir adam ve isterse 5 yaşında bir çocuk bu saçmalığı önlemek için yapabileceğiniz en evrensel katkı, kendi kafanızın içine toplumlarca yerleştirilmiş önyargılarla mücadele etmek. Toplum insanı çok bozuyor!

Hepinize süper günler,
Cihan





20 Kasım 2014 Perşembe

Trafik

Toplumun kolayca doğru dediğini sorgulamaktan, lanetlediğine yanaşmaktan kaçınmamaya ilkokulda başladım.

Deli Ahmet'imiz vardı. Muhtemelen akraba evliliği ya da başka bir tür nadir hastalıktan muzdarip bir engelli çocukcağız. Mahalle çocukları o gelince ona taş atar, kovalar ya da en ılımlı haldekiler ondan kaçardı. Annem bana "zavallı çocuk, belki iyi davranılsa ne kadar iyi biridir" dediğinde 7-8 yaşlarındaydım ve çok makul buldum.

Bir sonraki görüşümde yanına yaklaştım ve "sana zarar vermeyeceğim sen iyi birisin" dedim. Yüzüme tükürdü. Tükürüğü ağzıma girdi. Kötü hissettim ama pişman olmadım.

İstanbul'da hemen her kalabalık ışıklı kavşakta, kavşağın dışına çıkamayacağım görünüyorsa kavşağa girmem (genellikle). Eminim çocuklukta beni Deli Ahmet'e yanaşırken seyredenlerin güldüğü gibi şimdi de kavşaklarda bana gülen insanlar vardır. Kısacık ters yönlere girmeyip eşi dostu sinir ederim.

En yakın dostum maç hikayemi herkese anlatır. Stada girerken dürüstçe(!) çakmağımı ayakkabıma saklamışım. Polis üstümü aramış, sigarayı görmüş ama ne bozuk para ne çakmak ne de başka metal bulamayınca geç diyecek olmuş. Son anda ben geçerken (yine dürüstçe!), bana çakmağım olup olmadığını sormuş. Ben de var deyip ayakkabımdan çıkarıp vermişim. Çok dürüstmüşüm!

6 yıl önce bir müşterime "Siz çok iyi bir müşterisiniz, faturalarınızı zamanında ödüyorsunuz" dediğimde azarlandım. Müşterim bunun bir iltifat olmadığını, bakkaldan ekmek alan birinin parasını anında ödemesi ne kadar doğalsa bir tüccarın da borcunu zamanında ödemesinin o kadar sıradan ve olmazsa olmaz bir durum olduğunu söylemişti.

Beynimiz evrim bakımından bizi diğer canlılardan daha avantajlı konuma koymakla birlikte bağzı faydalı savunma mekanizmalarına (ki çok kuvvetli mekanizmalar) başvurarak bizi çok sık yanıltıyor.

Sanıyoruz ki defaten yalanını yakaladığımız insanın her söylediği yanlıştır. Sanıyoruz ki bütün kötü şeyler yapanlar kötü niyetli kötü insanlardır. Ya da alay edilecek insanlardır. Bunların hepsi ne yazık ki sürü psikolojisi.

Çok istedim iki satır da ben Cumhurbaşkanına engin(!) tarih bilgimle ders vereyim. "Hayır, ne müslümanı Amerigo Vespucci, Christoph Columbus filan buldu" deyip, ne bilgili olduğumu gösteren bir yazı yazayım. Ama bilgili değilim. Belki gerçekten 300 sene sonra bir müslüman ya da Viking ya da bir Afrikalının keşfinden konuşacağız. Ama hepimiz bu belki küçümseyerek cahil cesareti dediğimiz çıkışla biraz daha bu konulara yaklaştık. Belki sadece bu sayede İspanyolca kaynaklardan Amerika tarihini araştıran bilim insanlarımız televizyonlara çıkabildi. Belki bu sayede kendine yakın insanın fikrine kayırma hastalığı gözümüze daha iyi sokuldu.

Bilgi trafiğinde hangi kavşağa gelirsek gelelim, kavşaktan çıkamayacaksak o kavşağa girmemek, ve kavşaktan çıkabilecek veriye sahip olmayı herşeyin önüne koymak için bir fırsat daha. Ve tabi bu fırsat da kaçırıldı ama muhtemelen hepimiz biraz daha düşündük.

O yüzden cahil çıkışları da temkinli bilgileri de ilgiyle takibe devam etmekten başka şansımız yok gibi duruyor.

 Hepinize süper günler,
Cihan


2 Kasım 2014 Pazar

Garanti

İyi bir iş kurdunuz, satışlar iyi, müşteriler memnun, karlılık tatminkar. Hemen yatırıma başlarsınız. Türkiye'de sağlamcılar gayrimenkul alır, başka yerde akıllı girişimciler borsaya girer, teknik analizciler güzel sepetler yaparlar dövizli fonlu.

İyi bir evliliğiniz vardır, çoluk çocuk sağlıklı. Kenara para koyayım, sigorta yapayım, çocukların geleceğine yatırım yapayım dersiniz.

Geliriniz azdır ama yetiyordur, üç beş kuruş kenara koyayım da dar günde işime yarar dersiniz.

Sınava hazırsınızdır ama 2 test daha çözeyim dersiniz. Hayatınızın tamamı geçmişiyle geleceğiyle o sınava bağlı olduğu için(!) "fazla tedbir diye bir şey yok" dersiniz, uykuyu verir bilgiyi alırsınız.

Mal mülk ortalamanın çok üstündedir. Bilirsiniz ki buraya gelmek için çok fedakarlık yaptınız, çok tavizler verdiniz. "Elimden gitmesin" hissiyatıyla bir kısmını kayıt dışında güvenceye alırsınız.

İktidarınız yerindedir, lafınızın üstüne laf söyleyeni haşlamanız, gücünüze güç katar. Ama yine de kafasına kaldırmaya kalkan muhalif fikre balyozu savurursunuz. Garantiye almak lazım, ne olur ne olmaz.

Bakterisinizdir, dört milyar yıldır dünyanın her yerinde at koşturmuşsunuzdur, ama yine de o üçbuçuk yaşında çocuğun boğazındaki hücrelere saldırmanız lazımdır. Saldırmazsam ölürüm dersiniz, saldırınca sonsuz yaşayacakmış gibi.

Yani hep bir kendimizi garantiye alma kaygımız var, her gün her an ayak parmağımızdan gırtlağımıza kadar bizi sıkıştıran.

Ama bir savaşın olduğu coğrafyadaysanız, bir Suriye'de Kobani'de, ya da bir ölüm döşeğindeyseniz kanserden, eboladan ya da açlıktan, o "garanti"lerin ne kadar pamuk şeker, ne kadar kağıt helva olduğunu anlarsınız. Beş kuruşluk da tat vermezler.

Hepinize süper günler,
Cihan

9 Ekim 2014 Perşembe

Bilmiyorum

Doğu kültürünün bir çok gıpta edilecek yanı varsa da "bilmiyorum" demekten utanması bir çok artısını gölgeliyor.

Mesela ben bu Kobani (ya da Kobane) meselesi çıkana kadar Gezi sürecini unutmuştum, ki hayatımı derinden sarsmış, yerinden oynatmıştır; neden bu dönemde gündeme geldi bilmiyorum.

Kürtler Türklerin IŞİD ile ilgili konumu ne olsun istiyorlar ya da Türkler Kürtlerin IŞİD ile ilgili konumu ne olsun istiyorlar bilmiyorum.

Teskere oylaması nasıl oldu da "Esed" anti-propagandasına dönüştü bilmiyorum.

Amerikalı gazetecinin boynu kesilirken Obama nasıl uçaklar yolladı ve bizim 49 elçilik görevlimiz "iyi muamele" görürken biz imza atamadık bilmiyorum.

"Şiddet misliyle karşılığını görür" ifadesinin ne kadar "kan davası"nı hatırlattığını ben bilmiyorum.

Urfa'nın bir ilçesinden görülen bir savaşın Türkiye'nin dışında bir mesele olarak nasıl görüldüğünü de Kobani'de olanlar ile Türkiye'de yaşanan çözüm sürecinin göbekten nasıl bağlandığını da bilmiyorum.

"PKK neyse IŞİD odur" diyen insanların nasıl Kürtlerin çözüm umudu olduğunu bilmiyorum.

Tüm bir uluslararası camianın dedikoducu bir güruh gibi "Kobani düşerse çok can yanar" deyip herkesin başkalarından aksiyon beklemesinin sebebini bilmiyorum (gerçi bununla ilgili penguenlerin suya ilk girecek pengueni bekledikleri sahneyi hatırlıyorum ama bence tam bir analoji oluşturmuyor).

Ülke olarak savaşın yarım adım uzağındayken parlamentomuzun "iç" meselelerine ve çekişmelerine odaklanabildiğini anlamıyorum.

Bazı sol kesimin neden PYD destekçisi bazı sağ kesimin neden IŞİD destekçisi gibi göründüğünü anlamıyorum.

Benim bütün bu kavramlara neden bu kadar uzak, ilk ve orta öğretimdeki başörtüsü didişmesine neden bu kadar yakın olduğunu anlamıyorum (kızımdandır diyorum).

Beni dertlendiren ait olduğum dünya parçasında kendimi çok yalnız ve çok uçuk ve çok cahil hissetmek.

Cehaletin ağırlığını yalnız başına çekiyormuş gibi olmak çok ağır.

Hepinize süper günler,
Cihan

27 Ağustos 2014 Çarşamba

İkiyüz Kere İkiyüz

İlber Ortaylı'nın, bizim büyüklerimizin yüzü suyu hürmetine, bir de Buda'nın Gandi'nin Mevlana'nın hatrı için doğu kültürünü seviyoruz, salt batı hayranlığının hatalarını biliyoruz.

Yine de bizim coğrafya'ya bakınca, özellikle bugünlerde, doğu yanımız tat vermiyor. Buram buram ikiyüzlülükler bu topraklarda birbiri ardına fışkırıyor.

"Tıpış tıpış sandığa gideceksiniz" diyene haklı olarak kızıyoruz, "bu arkadaşı firesiz parti başkanı seçelim" diyene istikrar alkışı tutuyoruz.

İslam devleti kurulacak diye insanların kesilmesine yüz çeviriyoruz. İsrail'e lanet ediyoruz boykot ediyoruz, ama ithalatımız da ihracatımız da artıyor. Büyük güç olduk diyoruz 49 rehinemizle ilgili sesimizi yükseltmemiz riskli. Cumhurbaşkanını ilk kez halk seçti deyince, 12 senedir (ve sadece 12 senedir) "Milli İrade"nin sembolü olan meclis bir anda Cumhurbaşkanı'nın aktif hükmedeceği bir dava elemanları fotoğrafı veriyor.

28 Şubat'a lanet ederken 28 Şubat'ın aktivitelerini birebir taklit ediyoruz.

Güzide kulüplerimizden birinin ve de milli takımımızın kalecisi, aklınca hakaret etmek için ulu orta rakip takım oyuncusuna "köpek" diyor, hem milli takım hem kulübü adamı bağrına basıyor. Sonra da diyor ki "ben köpekleri severim o da kendisi için köpek nitelemesi yapıyor". Taraftarlar birbirine "seninki benden kara" bombaları atıyor.

Herkesin kafasında kısa yoldan sadece kendisinin sürekli haklı olduğunu gösterme çabası var. Yapanın yanına kar kalıyor inancı derinleşiyor. Bunun derinleştiği oranda "iyi"lerin iyi kalması zorlaşıyor.

Olmadık zamanlarda olmadık tepkiler veren kamuoyu bilinci de belli ki bir süreliğine uykuya yatmış. Belli ki yine, bir musibet bin nasihatten evla olmadan bin musibetin etrafımıza ve içimize işlediğini anlamayacağız.

Ama hayatın akışı da bizim bu coğrafyada biraz böyle. Ölmeden doğamıyor "bağzı" şeyler!

Hepinize süper günler,
Cihan

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Öfke Kontrolü

İnsani duyguların en kuvvetlilerinden biri olan öfkeyi kontrol edebilir misiniz? Hayır. Öfke tabiatı gereği kontrol edilmek amacıyla değil kontrol etmek amacıyla ortaya çıkar. Ya sizi güdümüne alır, ya da amacına ulaşamadığı için gitmiş gibi yapar. Çok derin ve kuvvetli bir etkiyi her iki koşulda da bırakır.

Kamplaşmış toplumun düzenden yana fertleri "uzun adam"ı desteklemeyenleri yanlı olmakla suçluyor, uşak olmakla, ihanetle suçluyor. Eleştirel ve nefret dolu kesim de düzenden yana olanları "yalakalık"la uşaklıkla ve ihanetle suçluyor. Herkes öfkeli. Buradan kimsenin kazanamayacağı ve herkesin kazanacağı bir başka seçime doğru gidiyoruz.

Siyasi öngörülerimde çok yanıldığımdan seçim sonucu ile ilgili tahminimde iddialı değilim. Genel atmosferden gördüğüm Başbakan'ın Cumhurbaşkanı olacağı. Beklentim bir sürprizle ilk büyük yenilgisini alması. Öfkeli miyim? Çok!!!

Ülkemizin muhafazakar bir ülke olduğunun ayırdındayım. Muhalefeti çirkin aşağılayıcı bir terim olarak algıladığımızın farkındayım. Ama sağduyumuza inancımı yitirmedim. Eşyanın tabiatı gereği her şeyin bir sonu olduğunu biliyorum. O yüzden neden bu sefer son olmasın?

Öfkeliyim çünkü ortam akıllıları özgüvenlilerin oyun alanına çekiyor. Ermeni olmayı hakaret saymayı ben alay edilecek bir konu olarak görürken, en yüksek (!) mevkilerde böğürülüyor. Yahudi düşmanlığı, Türk düşmanlığı, Afrikalı düşmanlığı ve Arap düşmanlığına mesafem ve nefretim aynıyken hangisini savunsam "kandırılmış cahil" olmaktan kurtulamamaktan dertliyim.İslamı savunanın Kuran'ı okumamış olmasından, Osmanlıyı savunanın tarih bilmemesinden, Atatürk'ü savunanın onu ilahlaştırmasından yıldım. Bukowski'nin lafı galiba: "Bu dünyanın sorunu akıllılar kuşku içindeyken aptalların müthiş bir özgüven içinde olması". Bu ortam öyle bir girdap yaratıyor ki en "akıllı" insan bile karşı gördüğü tarafı "aptal" sayma özgüvenine kolayca ulaşıyor. O özgüven de sahte başarıları toplumun tüm kamplarına yaşattırıyor.

Belki güzel tarafı toplumun "karşı" taraflarının dinamik bir şekilde eleştirilerine devam etmesidir. Belki güzel tarafı bu kan, öfke ve gözyaşı dolu coğrafyada nispeten barışçıl bir hayat yaşıyor olmamızdır. Ama bu yetmiyor. Bu toplum çok daha iyisini, çok daha iyi yönetilmeyi hak ediyor. Bu toplum büyük oranda Ak Parti sayesinde Ordu'nun hegemonyasından kurtulduğu için benzer despotizmi başka hiçbir güçten yaşamak istemiyor. Bu toplumun her bireyi gerçekten yöneticilerinin hizmetkâr olduğunun bilincinde olmasını istiyor. "Yeter söz milletin" diyenlerin, milletin fertlerini hakaret olarak algılamamasını istiyor. Bir gün milliyetçiliğe sövüp öbür gün başka kökenden olmayı hakaret saymayı midesine alamıyor.

Pazar günü ben yine muhalefetin, farklı görüşün sesine katkı vereceğim. Siyasi görüşüme en yakın gelen LDP öyle dediği için değil, bu toplumun bir bireyi olarak kendimi bütün siyasi oluşumların üzerinde gördüğüm için. Bu toplumun eskiden avantaj sağlayan ama artık değişmesi şart olan "güçlü iradenin yanında yer alma" içgüdüsünü kırması gerektiği için. Bu topluma her hizmet edenin "artık benim borum öter" yanılgısına katılamadığım için. Öfkeden de kuvvetli olan korkuların bana hükmetmesine izin vermediğim için Erdoğan'a "HAYIR" diyeceğim.

Hepinize süper günler,
Cihan






11 Haziran 2014 Çarşamba

Heyecan ve Adalet

Konuşmayı bilmeyen çocukların bile bir adalet anlayışı var. Yaramaz bir kuklanın elinden oyuncağı alındığında üzülmüyorlar, uslu bir çocuğun oyuncağı alınırsa onu teselli ediyorlar. Onların dünyasında belli ki konular net. Ve her şeyi yeni gördüklerinden sürekli heyecanlılar. Bundan olsa gerek, heyecanlı olsalar da adalet terazileri (fiziksel bir sorunları/ihtiyaçları yoksa) şaşmıyor. 

Büyüklerin dünyasında adalet kavramına en uzak kavramlardan biri heyecan. Hem içgüdülerimiz, hem canımızı yakan olaylar, hem de öğrenilmiş "hizaya sokan olmalıyım" saplantısı, yetişkinlerin zırvaları adalet gibi görmesine ortam yaratıyor. 

Bayrak her milletin en önemli sembollerinden biri. Aslında bir bez parçası olmaktan çok ötede çoğumuz için. Bir nevi evimizin tapusu. Böyle bakınca bayrağa uzanan ellerin müthiş bir heyecan ve öfke yaratması kaçınılmaz. Ama onu "indireni indiririm" diyen "yaradılanı yaradandan" filan diye uydurmasın. 

Gezide çocukların üzerine gaz fişeği atılabilir demeyen "bu nasıl Genelkurmay" diye yaygara koparmasın. 

"O an"'ın heyecanıyla verilen tepkiler doğal (ve çok hatalı) olmakla beraber ne adalet ne asaletle (kalıtımsal olmayan asalet) yakınlaşmıyor. Taciz etti asalım, bayrak indirdi vuralım, molotof attı keselim, bir kırdı biz on kıralım mentalitesi aslında tüm o suçları işleyenlerin mantığı. Tacizci baskı şiddet görmüş, bayrak indirenin kardeşi vurulmuş, molotof atanı babası dövmüş, kıran hayattan hiç bir beklentisi kalmamış olabilir. İşinde gücünde, medeniyetten nasip almış insan o seviyede karşılık verdiğinde içini dahi rahatlatmıyor, kendini gaza getiriyor. Ve yeni intikam çiçeklerinin tohumlarını ekmeye çalışıyor. 

Birey konuların uzağında olduğundan böylesine heyecanlı ve mesnetsiz intikamlardan dem vurabilir. Ama büyük devlet, büyük olduğu için böyle bir olayı dahi kendisini yüceltmek için değerlendirmelidir. Mesela o kişi (bağımsız) yargının hükmettiği ceza süresince her akşam o bayrağı göndere çekse, veya bayrak imalatı yapan bir atölyede çalışsa daha etkili bir mesaj olmaz mı? Devlet her kamuoyu heyecanında örnek olacak bir tavırla kitle kazansa o bayrağın saygınlığı daha da artmaz mı?

Ölümü yaşamla, acıyı sevinçle, nefreti aşkla ezemez miyiz?

Hepinize süper günler,
Cihan

18 Mayıs 2014 Pazar

Benim Suçum!

Utanarak yazıyorum. 

Kaç kişinin hala madende olduğunu bilmediğim halde, iktidar veya şirket yetkililerinin çuvallamalarının üzerine gidiyorum. Kimseyi geri getirirmiş gibi. 

Nefret söylemi içeren, cinsel tercihler ve etnik köken içeren "şaka"lara gülen ben değilmişim gibi. 

Güçlü olduğumda hiç kibirlenmiyor, kazandığımda kaybedeni teselli ediyormuşum gibi. 

Rakip takım taraftarlarının her densizliğini acımasızca eleştirip, kendi taraftarımın taşkınlığında "ama" ile başlayan hiçbir cümle kurmamışım gibi. 

Kendi işimle alakalı her konuda "önce insan" deyip her tedbiri maliyet gözetmeden yerine getiriyormuşum gibi. 

Hayatım boyunca kimseye rüşvet vermemişim, "kısacık yer" deyip yanlış yola girmemişim gibi. 

Beni ilgilendiren her haksızlık ve ihmalde "ekmek parası" diye düşünmeden resti çekmişim gibi. 

Arabamı kullanırken mesaj çekmemiş, telefonla konuşmamış gibi. 

Sütten çıkmış ak kaşıkmışım gibi sağı solu suçluyorum. 

Acımla baş edemediğim için ya da daha kötüsü acıma hissim köreldiği için öfkeme sığınıyorum. 

Ne tarafta olursam olayım karşı tarafı suçluyorum. Halbuki ölenlerin tarafında hiç bulunmadım, hiç ölmedim. 

Bu yüzden, Soma'daki her ölüm benim suçum.

Cihan

19 Nisan 2014 Cumartesi

Glasnost

Açıklık anlamına gelen bu kelime sadece Sovyetler Birliği'nde değil bütün dünyada büyük bir sarsıntıyla gelen yenilikleri anlatıyordu. 

Yalan söylemek ne kadar gereksizse açık olmamak da o kadar sakıncalı. 

"Çok kızdım ama söyleyemedim"'ler kontrol ettiğimizi sandığımız öfkemizi bir yay gibi gerdiğimiz anların işareti. 

Beğenmediğimiz halde katlandığımız işleri yaparken belki de içimizde uyuyan dahinin önünü kesiyoruz. 

Toplumun bizden beklediğini düşündüğümüz biz için, içimizdeki dürüst çocuklara eziyet ediyoruz. 

Bunu yapmak istemiyorum çünkü doğruluğuna inanmıyorum dediğimizde, hem öfkelenmiyoruz, hem de kendimize veya başka bir sevdiğimize ayıracağımız zamanı boşa harcamamış oluyoruz. 

Ateistim dediğimizde (Allah'a inanmıyorum) bir dışlanma riskine giriyoruz belki ama kimseyi kandırmamış oluyoruz. -İzm'lere, -istlere mesafeliysek de bunu yarı kapalı da olsa açıklayabiliriz. Bunun önemli bir faydası sizi "öteki tarafta" görenlerin sizi daha olduğunuz gibi görmesidir. 

Birçok konuda "öcülerine sahip çıkan" toplum belki %90'ın inandıklarını gülünç bulduğunuzda size tepki koyabilir, ama aynı toplumun daha önemsediğiniz kısmını oluşturan yakın çevrenizin sizin hakkınızdaki genel hissiyatı çok değişmiyor.

Böyle küçük, bireysel ve samimi açılımlar belki ilerde toplumsal açılımların da daha kolay olmasını sağlar. 

Hepinize süper günler,
Cihan

27 Mart 2014 Perşembe

İyi ettin

 Seni sevmem. Öyle "yaradandan ötürü" deyip, "böyle gazeteci/patron olmaz olsun", "çocuğun cebinde bilye var", "yüzünde poşu var" diye kin kusanın da samimi olmadığını bilirim. 

"Kapalı yerde sigara içilmesin" dedin, "helal" dedim. Artık kimse takmıyor gerçi bu yasağı. 

MHP "Türban serbest olsun, desteklerim" dedi, nemalanmasınlar diye "he" diyemedin, sonunda okulda serbest oldu, kamuda daha yeni oldu, iyi de oldu. 

"Akşam 10 'dan sonra içki satış yasak" dedin.  Bir süre uydular şimdi kimse dinlemiyor. 

"Twitter'ın kökünü kazıyacağız" dedin, üzerine bir de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin gücünden dem vurdun. 10 yaşında çocuk da, anneanne babaanneler de, Cumhurbaşkanı da cıvıl cıvıl mesaj yazdı. 

Şimdi Youtube'a erişimi engelledin. Nasreddin Hoca Türbesinin kilidi de saçma ama en azından o mesaj vermek için!

RTÜK o konuda yayın yasağı getirdi. MİT in başı, bakanlar komutanlar arası (telefonla da değil) görüşme sızdırıldı. Bildiğin devlet sırrı. Bunu Cehapeye, yavru muhalefete, İsrail'e, kck'ye, lobilere, Pensilvanya'ya kahtalı mıçıya yükleyemezsin. Bu devlet zaafı ve devlet artık sensin!

İki konuda büyük hata yapıyorsun:

1-) Bu ülkenin en etkin makamını böyle verimsiz kullanamazsın.

2-) Seni sevenlere seni savunmayı bu kadar zor hale getiremezsin. 

Tek yapman gereken 10 günlük bir tatil ve ardından sakin kafayla "küçük prens" okumak (armin kaftanlı kral kısmı özellikle). Çok mu geç? Belki siyasi kariyerini kurtarmaz ama, seni daha mutlu yapar. 

Hepinize süper günler,
Cihan



25 Mart 2014 Salı

Nabız

Yetişkinlerde dakikada 60-100 arasi atar nabiz. Sporcularda 45-50 arasına inebilir dinlenirken. Heyecan, korku, sinirlenme ve neşelenme hallerinde artar. Bunların hiçbirini daha önceden bilmesek de nabzımızın arttığını, birşeylerin normal gitmediğini hissederiz. Bazen yerimizde duramayız, bazense içimiz daralır. 

Bugünlerde de herkeste bir nabız değişikliği var.  AKP destekçileri eskisi gibi gururlu sakin değil, biraz daha heyecanlı ve hırslılar. Muhaliflerin kimi alenen hakarette, kimi kesin bittiğini düşünüyor bu dönemin, kimiyse eski "makarnacı, kömürcü" aşağılamalarından sadece zarar geldiğini anlamış, sukunet propagandası yapıyor. 

"Geçse de şu seçim işimize baksak" diyenler bile daha iyi kulak kabartıyor mitingde kaç kişi var, tape top 10 listesine yeni neler düşmüş diye. 

Eleştiri yapmak için o konunun uzmanı olmak şart değil. Nabzınızı dinleyerek görüşünüzü söyleyebilirsiniz. Ama siyasi eleştirinizi yaparken kendinizi tek otorite sayarsanız, gerçek sağlam iradeyi, yani milleti, belki de daha doğru bir ifade ile ortalama olgunluğu hafife alırsanız yanıldığınızda hayal kırıklığınız büyük olur. 

Seçim gecesi gördüğünüz karar bu milletin gösterdiği istikamet olacak. Her parti kendisini galip ilan edecek yine ve için için hepsi bilecek ne kaybedip ne kazandığını. Ama milletin olgunluğunun ve iradesinin, kesin olmasa da, etkilenmiş/yönlendirilmiş veya baskılanmış olsa da elimizdeki en iyi göstergesi olacak sonuçlar. 

Umuyorum herkes için halktan iyi bilemeyeceklerini hatırlatan ve huzurlu bir seçim olur. Çünkü çoğumuzun hergün içli dışlı olduğu siyasetten önce yapmamız gereken kendi işlerimiz var (kesinlikle çok memnunum politize olmamızdan sadece yüksek nabızda uzun süre durmanın keyifsizliğini biliyorum). 

Hepinize süper günler,
Cihan


19 Mart 2014 Çarşamba

İkiyüzlülük

"Her ortama girdim, her türlü insan tanıdım" türünden iddialı ifadeler hep kuşku uyandırır. Genellemelerin de hemen hepsi ciddi yanılgılar taşır. Ama bizim toplumumuzun espri yeteneği hem gelişmiştir hem de pek sınır tanımaz. 

O yüzden yazarla bakanın normalde çok saygı duydukları dini konularda kendi aralarında şakalaşmalarında fazlaca şaşıracak bir şey yok. Her ortamda her zaman rastlanabilir. İki dost, yahut bir grup arkadaş, kendi başına düşünmekten bile imtina ettiği ve utandığı konularda, sıklıkla şakalaşır, "tövbe tövbe çarpılacağız" derken mahcup mahcup da güler. İşin bu tarafında eleştirilecek bir taraf yok fazla, ama ortaya çıktığında sanki külliyen yalanmış, hiç yapmazmış, hiç yapılmazmış gibi tavırlar gerçekten mide bulandırıcı. 

İki ahbabın konuşmasının belli ki gizlice ve muhtemelen hukuksuzca dinlenip, tamamen siyasi çıkarına uygun geldiği "zaman"da ortaya çıkarılması da bir o kadar iğrenç. Bunu hukuk için, adalet için, toplum temizlensin diye yapıyorum derseniz bu da ikiyüzlülük. 

İkiyüzlülüğün en uluorta yapılanı da, normal zamanda her türlü milliyetçiliği ırkçılıkla yaftalayıp, seçim zamanı millet, bayrak, marş üçgeninde demogoji yapmak. Hem de bunun seçim kanununa aykırı olduğunu bilerek ve bunu hatırlatana "yasaklayanı da yasaklarız" diyerek. 

Türkiye'nin fazla ileri gitmiş demokrasiden, demokrasiye geçebilmesi için önümüzdeki yerel seçim kıymetli bir fırsat. Bakalım değerlendirebilecek miyiz?

Hepinize süper günler,
Cihan


11 Mart 2014 Salı

Kötü Yönetim

Orta halli bir motosikleti doğru dürüst kullanmak çoğumuz için zor ve tehlikeli. Küçük bir işletmeyi yönetmekse bir makinenin "ilmini alma"nın ötesinde insan ilişkilerini, disiplini, sermayeyi, planlamayı ve yaratıcılığı gerektiriyor. Bunların da birbiriyle çeliştiği yerde hangisinden feragat edeceğini bilmeyi. 

Koskoca spor kulüpleri yönetenler, işler ne zaman sarpa sarsa ilk olarak basından başlayıp, kimlerin ne hatalar yaptığını döktürüyor. Milyonların peşinde koştuğu, ve onlardan sonra da peşinden koşacağı sembollerin kendilerinden öte olduğunu bilmedikleri için (çünkü aklınızı kör edecek bir egoya sahip değilseniz bu çapta yöneticilik mertebelerine çıkmanız hayal gibi bir şey) her doğruyu yaptığı halde "bir kısım" şer odaklarının kitlelerini özenle çizdiği doğru yoldan saptırdığını sanıyor. Türkiye'de futbol bu doğrultuda katledildi.  Şimdi futbol camiasının en sesi gür çıkan ve en rahat yöneticisi 2 yıl önce "bitti" denilen Aziz Yıldırım!

2-8 yıl öncesinde herkesin tutuklandığı için darbeci ve suçlu saydığı insanlar bugün tahliye olduğu için demokrasi savaşçısı ve kahramanı sayılıyor. Tutuklama ile mahkum olma ve tahliye ile beraat arasındaki farktan bihaber olduğumuz için çıkan herkesi masum, çıkamayanın hepsini suçlu belliyoruz. Bu da iyi yönetilmemekten. 

Adaleti, eğitimi, uluslararası ilişkileri ve basını iyi yönetemiyoruz. Hepsinin sebebi kötü eğitiliyoruz ve korkuyla terbiye ediliyoruz. Korktuğumuz için de kısır döngüden zor çıkıyoruz. 

Her gün binlerce tapesi çıksa, herkesin tepesine çıksa desteklenen başbakanın destekçilerine niye destekledikleri sorulduğunda "e kime oy vereceğiz başka?" cevabı geliyor.

4 yaşında bir çocuğun gramer kuralları bilgisi ile mesleği hukuk olmayan orta derecede meraklı bir yetişkinin (veya mesleği hukuk olan ama boynu bükük, terazisi kırık olan bir yetişkinin) adalet bilgisi aynı garibanlıktadır. Ama 4 yaşında bir çocuk nasıl yanlış kurulmuş bir cümleyi düzeltirse, iyi eğitim alamamış, "makarnacı", "kömürcü" dediğiniz insanlar da gün gelir "bu iş cümleten yanlış" deyiverir. 

Hepinize süper günler,
Cihan

26 Şubat 2014 Çarşamba

Kerem Ali

2024 baharında 8 milyar olması beklenen dünya nüfusuna bizim Aslı'nın oğlu Kerem Ali katıldı.100 milyar beyin hücresiyle her gün doğan 360 000 çocuktan bir tanesi; annesinin ve babasının hayatının merkezine oturdu. O hayatları kökünden ve tamamen değiştirecek.

Onun ve benim çocukların yaşadığı ülkede özellikle geçtiğimiz yazdan beri Cumhuriyet tarihinin en kuvvetli sivil dalgalanmalarından biri yaşanıyor. Hele 17 Aralık'tan sonra neredeyse her gün 9 şiddetinde deprem etkisi yapabilecek iddialarla gece gündüz pattadanak karşılaşabiliyoruz.

"Uzun adam yapmaz kesinlikle" diyenler var. "Her iktidar yapıyordu", "aralarından bazıları yapıyorsa da, gelmiş geçmiş en temiz iktidar bu iktidardır" diyenler çok. Kefil olur musun temiz olduklarına deseniz, çok az kişi çıkar. Ama bu 11-12 yıllık dönemde insanlar, bizzat bu iktidar ve yargıda etkin gruplarca "kimse dokunulmaz değildir", "bırakalım yargıda ak koyun kara koyun belli olsun" dendiği için; o da etki etmezse "darbeci misin?", "terörist misin?" diye tehdit edildiği için devletin kadife eldivenli demir yumruğuna, kendi ya da önemsediği insanların yanaklarını uzatmak zorunluluğunu hissetti. O yüzden 17 Aralık'tan beri yapılan yargısız infazlarda ve topyekun karalamalarda artık ne masumiyet karinesini hatırlatıyor ne de yargının -karar vermesi bir kenara- konuyu soruşturmasını bekliyor. Astığını asıyor, kestiğini kesiyor.

İktidarın içinde temiz insanlar olduğuna inanıyorum ve onların hayatının çok zor olduğunu düşünüyorum. İktidarın içinde ve etrafında kuvvetli bir çıkar çevresi olduğuna, ve bunların çok güçlü bir o kadar da bencil ve kirli olduğuna neredeyse eminim. Başbakan ve oğlunun konuşmasının montaj olmadığına inanıyorum. İşlerin daha çirkinleşeceğini, iddiaların ve verilerin daha iğrençleşeceğini hissediyorum. Ama bunların hiçbirisi beni korkutmuyor.

Kerem Ali'nin büyüdüğü ülkede birbirini dengeleyecek kuvvetlerin kurulamamış olması, bağımsız yargı yolunda alınmış küçük mesafelerin misliyle verilecek olması, adalete inancın zayıflayıp, güce tapmanın/sığınmanın yaygınlaşması beni kendi adıma olmasa da çocuklar adına endişelendiriyor. Hatta korkutuyor. Çok saygı duyduğum bir ağabeyin bugün hatırlattığı gibi "cahilden değil, cahil olduğunun farkında olmayan yarı cahilden" korkuyorum.

Tek güvendiğim, Kerem Ali gibi 100 milyar beyin hücresiyle doğmuş olan o binlerce bebeğin, bizlerden ve daha önceki nesillerden çok daha fazla uyarıcıyla gelişen beyinleri.

Hepinize süper günler,
Cihan

13 Şubat 2014 Perşembe

Lying (Yalan söylemek) - Sam Harris

İlk bakışta yalan söylemenin inceliklerini öğrenebileceğiniz bir kitapmış gibi gözükse de yalanı, sebeplerini ve sakıncalarını; ahlaki ve dini öğretilere girmeden anlatan bir kitap yazmış Sam Harris. Kolay okunan kısa bir kitap.

Özetle, iyi niyetle de olsa, kibarlıktan da olsa, kırmamak için de olsa söylenen küçük beyaz yalanların dahi genellikle faydadan çok zarar getirdiğini anlatıyor ve gün içinde ne kadar çoğumuzun yalan söylediğine işaret ediyor.

Devlet yöneticilerinin, saygıdeğer kurumların söylediği yalanların halkta nasıl derin güvensizlikler oluşturduğundan ve bunun sonuçlarının ne kadar ağır olduğundan bahsettiği kısmı çok etkileyici. Günümüzde küresel ısınmanın ciddiye alınmaması, aya gidilmedi rivayetleri ve daha bir çok komplo teorisi bu iyi düşünülmüş ve nüfuzlu kişilerce söylenmiş yalanlar yüzünden. Ve tam bu yüzden geniş kitleler, her şeyin bir uydurma olduğunu ve kimseye inanmayarak -sadece iç sesini dinleyerek- yaşayabileceğini sanıyor.

Bu kısmı çok yıkıcı. Ne Kur'anı okumuş, ne İslamı araştırmış ama "kıyamet ikindi vakti kopacak" diyor. Tarih bilgisi "Muhteşem Yüzyıl"'dan ibaret ama "Osmanlı yıkılmasa dünyayı yönetiyorduk" diyor. Bir türbanlı veya imam hatipli arkadaşı bile yok ama sorsan bütün AKP'ye oy verenlerin her birinin içini biliyor. Neden? Çünkü bildiğini söyleyenler yalan söylüyor. Demek ki bilmeden de konuşulabilir, ya da her söylediğini doğru olmasa da olur.

Olmuyor. Olmadığını görüyoruz. Yalan söylemek çok incelikli ve meşakkatli iş. Her yalan başka yalanları da dahice planlamayı ve sürdürmeyi gerektiriyor. Bazı bireyler, siyasetçiler ve tüccarlar için kısa dönemde büyük kârlar gözüküyorsa da toplumun geneli için ne kadar yıkıcı sonuçları olduğunu görüyoruz. İlk yalanı herkes ustalıkla söylüyor ama devamını getirmek herkesin harcı olmadığı için, bir noktadan sonra yalanı sürdürmek için yalanı gerçekmiş gibi yaşamak (psikologların ifadesiyle rasyonelleştirmek) gerekiyor. Yalan gerçek olamayacağı için gerçek insan yalan oluyor. İşine geldiği, kurmaya çalışıp kuramadığı yalan dünyası için algısını da eğip bükmeye başlıyor. Sadece kendi uydurma gerçekliğini sürdürebileceği çevrelere sıkışıyor. Küçük bir beyaz yalan peşinden büyük girdaplara giriliyor.

Hepinize yalansız, süper günler,
Cihan


4 Şubat 2014 Salı

Kamu-Özel Sektör İşbirliği

28 Ocak'ta Kanada Başkonsolosluğunun İstanbul'da düzenlediği kamu-özel sektör işbirliği toplantısı konu ile alakalı olan yerli yabancı kamu görevlileri, inşaat firmaları, yatırımcılar, avukatlar ve sermayedarların bir araya gelerek bilgi paylaştıkları bir toplantı oldu.

Türk yetkililer son 10 yılın yatırımlarını ve gelecek 10 yılda planlanan yatırımları, hafif propaganda kokulu sunumlarla özetlediler. Ülkede yatırımların yapıldığı ve yapılmaya devam edeceği aşikar. Bu sunumlar da özellikle yabancı yatırımcının görmek isteyeceği, istikrar, büyüme, nüfus artışı gibi pazarın cazip olduğuna işaret eden içerikle bezeli. Sonlarında Başbakanımızın fotoğrafları.

Ülkenin güzel fotoğrafından sonra bankacılar ve inşaatçılar yatırımcıların ne büyük paraları ülkeye getirdiklerini bu sayede ne büyük projelerin gerçekleştirildiğini anlattılar, ki burada da rakamlar kafa zonklatacak büyüklükteydi.

Gerçekçi bir gözle bakınca, hali hazırdaki sistem içinde bu birliktelikler olmadan Marmaray gibi, Avrasya Tüneli, 3. Hava alanı gibi büyük finansman ve farklı hükumetlerin desteğine ihtiyaç duyan projeleri hayata geçirmek çok zor.

Bu alanda yıllardır çok iddialı olan bir inşaat firmasının yetkilisinin ilginç sunumunda "önümüzdeki yıl, 2 yıl sonra ülkenizde, evinizde veya çocuğunuzda ne gibi değişiklikler olacağını tahmin etmeniz zorken, bu projelerde devletler ve yatırımcılar 30 yıllarının taahhütlerine giriyor" dedi. 2-3 yılı inşaat 25-28 yılı işletme bakım vesaire ile geçecek ve kim bilir kaç başbakan, proje müdürü, genel müdür, işçi, memur eskitecek devasa yatırımlar.

Toplantı sonları genelde olduğu gibi bağlantılar kurma ve pekiştirme yolunda kuru bilgiden daha faydalı. Farklı ülkelerden farklı işlerle meşgul insanlar o kısa sürelerde kendilerine 1-2 bağlantı daha kurmak için kendilerini ve beklentilerini mümkün olduğunca kısa ve etkileyici şekilde anlatmaya çalışıyor. Beyin hücrelerinin kendi aralarında sinapslar kurduğu gibi biz de birbirimize bağlanmaya çalışıyoruz.

İnşaat sektörünün kendi içindeki bilinen ve gündemdeki sırlarından da sohbet ederken Türkiye'nin önümüzdeki dönemde ne olacağı konusunda da tartışıyoruz. Fransa'da yaşayan inşaat firması yetkilisi Türklerin fikirlerini dinliyor ama firmasının stratejisini belirlemiş. Ne yapacaklarına ilk genel seçimden sonra karar verecekler. Soruyorum: "Sizin ilgilendiğiniz projeler ne de olsa 25 30 yılı kapsıyor, yıpranmış bir iktidarın mı hazırlıksız bir muhalefetin mi seçimi kazanacağı neden sizi ilgilendiriyor?". Cevap aslında basit: "En azından 4 yılını göreceğiz!".

Hepinize süper günler,
Cihan





11 Ocak 2014 Cumartesi

Baba figürü

Boşanan çiftlerin çocukları -ki genelde anneyle kalırlar- baba figürüyle ilgili sıkıntı yaşar. Anne olması gerekenlere odaklanır. Toplumu, kuralları, görevleri gözetir. Baba özgürlükleri, kendine güveni, açık deniz hayalini yaşatmaya çalışır çocuklarına. Baba olmadığında çocuk, bunları yakındaki başkalarında arar. 

Benim çocukluğumda bir dönem Candan Abi oydu. Babamın olamadığı zamanlarda, benim bitmediğimi, "adam olduğumu", ayakta durmanın önemini o öğretti. Hiç bir çocuk babasının olamadığı dönemi yaşamasın ama yaşarsa da yakınında bir "Candan" abisi olsun. 

Annenin doğrularına saygı duymanın bir erdem olduğunu, arada bir kuralları esnetmenin güzel olduğunu, içinden gelen herşeyin doğru olduğunu ondan öğrendim. Ama daha çok, alakasız birilerine yardım etmenin erdemini, ne kadar sıkıntıda olursan ol gülebileceğini, doğrunun bir insan için esnemeyeceğini, iz bırakmak için toprağı ve denizi yarmak gerektiğini ondan öğrendim. 

Bir insana bir fedakarlığı neden yapacağını da ondan öğredim: yapabildiği için, kendisine zarar vermediği için, gücü yettiği için değil, o senin için daha fazlasını gözünü kırpmadan yapacağı için. Ve bu öyle kuvvetli ki adı fedakarlık değil borç oluyor. 

Cihat Köseoğlu'nun fotoğrafında kelebek mi örümcek mi kazanıyor diye soran insan, o çok kısa temasında eşime ve çocuklarıma da pastanın yandan parmak sokarak yendiğini öğreten insandır. 



Mücadeleyi, dürüstlüğü, iyiliği, doğruluğu kaygısız savunduğu için eşine "bu dünya çok kötü, elimde olsaydı doğmazdım" dedirten insandır. 

"İnsan"dır. 

Hepinize süper günler,
Cihan